Oct 30, 2012

Güldürürken düşündüren yazı yazdım.

Az önce anneannem:
- Aman canım! Fetiş de gitmemiş mi daha?
Ve ardından annemin olaya müdahale edişi...
- Anne sen de şunları kısaltarak söylemeye bayılıyorsun, müfettiş de şuna!
Gece geç yattığı için beyninin yarısını yastıkta bırakmış olan benim içinse ne konuştukları hâlâ koca bir soru işareti.
***
Dün odamda otururken telefonum çaldı. Arayan annemdi, açtım.
- Aşkım yaaaaaaaa, bana bi' kahve yapar mısın? Ehehehe.
- Anne iyi de sen yan odada değil misin?
- Evet eheheheheh.
- Hay yaaaaa! Tamam yapıyorum şimdi.
Kahve yapmak üzere mutfağa gidilir, ocağa su konur, kahvenin hangi dolapta olduğu aranmaya başlar. Tam bu sırada mutfak kapısı açılır ve annem boynuma dolanır:
"Dur dur! Şaka yaptım ehihihikakarakikiri içtik biz kahvemizi ehehehehehiihihi seni denedim yapacak mısın diye ehehehdflcvkxnjvmnö!"
Olayın ardından odama geldiğimde "Az önce n'oldu öyle ya?!" diye düşündüğüme göre beynim zarar görmüş olabilir... MR çekmeyi bilen?!
***
Geçen gün arkadaşımla (şu yazımdaki) IKEA'da yemek yedik. Bilen bilir, yemek alanından direk çıkış yok, en azından bir alt katı turlamak zorundasın çıkabilmek için. Arkadaşım da bunun üzerine ikinci kata çıkan tek yönlü yürüyen merdivenden koşa koşa aşağı doğru inmemizi önerdi. Bir de beni nasıl gaza getirmişse artık, konuşmanın bir yerinde "Yapamaz mısın?!" diye küçümseyici bir ifadeyle soruyor. Ben de "Ohoo yaparım ki! Ne varmış onda!" diyorum o gazla ama o anda da gerçekten düşündüğü şeyi yaptığımızı falan hayal ediyorum, korkunç!
Sonra neyse ki arkadaşım bu çok akıllıca olan fikrinden vazgeçiyor ve yemeğimiz bitince alt kata iniyoruz. Ama dertler bitmek bilmiyor, kendisi bu defa da acil çıkış kapısını gözüne kestiriyor. Kapının üzerinde de kocaman KAPIDA ALARM VARDIR yazıyor. "Hadi," diyor, "Buradan çıkalım!". O an vazgeçirmeye çalışsam da başarılı olamıyorum ve acil çıkış kapısından çıkıyoruz gerçekten de. Yalnız o kapıdaki nasıl bir alarm arkadaşım?! IKEA'dakiler arka cebimize karyolaları, mutfak dolaplarını tıkıştırıp kaçabileceğimizi mi düşünüyorlar acaba? Neyse, karşıdan sivil polis görünümlü iki güvenlik görevlisi el kol hareketleriyle bir şeyler anlatarak, akabinde de yanımıza gelerek bizi zorla IKEA'ya sokuyorlar. O an arkadaşımın olay yerindeki görevli hatunla muhabbeti aynen şu:
Görevli kız - BURASI ACİL ÇIKIŞ KAPISI!!!!!11!11!:@
Arkadaşım - (daha da çok bağırarak) E BİZİM DE İŞİMİZ ACİL!!!!!!!!!!!111111111:@@@@@
Görevli kız - (yüzünde acımış bir ifadeyle, embesil bi' insana açıklama yaparmışçasına) Yani acil derken deprem için, yangın için falan.
Arkadaşım - (biraz bozularak) E TABİİ Kİ, BİLİYORUZ. Of ya! Şimdi çıkmak için sekiz saat yürü işin yoksa!!!
***
IKEA'dan sonra kalkıp Korupark'a gidiyoruz. O da, afedersiniz, biraz ebesinin şeyinde. Direk sinemaya çıkacağımız için de en kestirme yolu seçip asansöre biniyoruz. Asansörde bebek arabalı bir kadın:
- BU ASANSÖR ENGELLİ VE BEBEK ARABALILAR İÇİN!!!! SİZ HEPİNİZ NİYE BİNİYONUZ?!
Olay mahallinde bulunan bir öteki kadın:
- İyi de bu asansör herkes için, isteyen biner.
- ORADA YÜRÜYEN MERDİVEN VAR, ONA BİNİN!!!! TABİİ İNSAN DUYARSIZ OLUNCA.......
- Ay, siz çok duyarlısınız maşallah. 
- Siz de tabii ki çok duyarsızsınız.
- Hı-hı, evet.
Bu iki kadın olayı ilkokul kavgasına bağlamışken, asansörde bulunan bir adam son derece cool bir şekilde:
- Hayır zaten bizim nereye bindiğimiz de kimseyi ilgilendirmez.
Dedi ve olayla zerre ilgilenmiyormuşçasına kafasını çevirip muhabbetin dışında kaldı. Yüzyılın karizma insanı seçtim kendisini, sevgiler canım.
Aynı gün, aynı asansörde bir başka bebek arabalı kadının öfke saçışına da tanık olduk ama bu defa kavga çıkmadı. Sadece ben sıkılmış bir surat ifadesi takınıp "Öffff!" demek isteyişimi dile getirirken, karşımdaki bir kadın da surat ifadesiyle bana "N'apıcaksın şekerim bunlar da böyle!" dedi ve gülümsedi. Yani demedi de, surat ifadesinden çıkardım ben, anladık biz birbirimizi.

Oct 29, 2012

SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN?

Dün yine uyumadan önce düşünüyorum, "Nasıl bi' insanım acaba ben?" diye. Hani böyle söyleyince her gece bunu düşünüyormuşum gibi oldu ama hayır, her gece yaptığım şey düşünmek. Böyle söyleyince de gerizekalılara anlatıyormuşum gibi oldu. Hatta şimdi de her şeyden nem kapan alıngan insanlara açıklama yapıyormuşum gibi... Bu böyle gidecek, ben yine konuya giremeyip bir süre zırvaladığımla kalacağım ve yazı bitecek. Bazen oluyor bu. Mesela bir ara anlatmak istediğim şeye gelene kadar bir dolu şey yazdım. Sonra baktım çok uzun oldu ve zaten sıkıldım o kadar şey yazdıktan sonra. Anlatacağım şeyi "Sonra anlatçam, söz." diyerek erteledim ve sonra anlatmadım. Ama şimdi yeni bir paragrafa geçeceğim ve her şey çok güzel olacak, gelin.

Uykusuzluktan ölüyor da olsam beynim bir süre düşünmeden uyumayı reddediyor. Bunu neden yapıyor, hatta şöyle söyleyeyim; bunu "bana inat" neden yapıyor bilmiyorum. Çünkü ben düşünmek falan istemiyorum aslında. Her normal insan gibi kafamı yastığa koyayım. Bir sağa, bir sola, sonra tekrar sağa döneyim ve horuldamaya başlayayım istiyorum. Ama olmuyor. Kafamı yastığa koyuyorum. Sağ, sol, arka, ön, ters takla... Bunun sonu gelmiyor. Bu arada beynim hâlâ düşünüyor yalnız. Hayır, o kadar düşünecek şeyi de nereden buluyorsan artık arkadaşım, bi' uyutmuyorsun!

İşte dün de yine böyle bi' andayım. Ana temayı da "Kimdir bu Neşe?" olarak belirlemişim farkında olmadan. Böyle önden bi' öz eleştiri ardından seyirciye sunum yapar gibi düşünüyorum. Sonunda karar verdiğim üzere, genel olarak insanları "mutlu etmeyi seven" bir insanım. Ama çoğu zaman mutsuz ediyorum. Hani hobileri arasında arkadaşının yeni aldığı ve yakın bir zamanda kullanacağı defterin ileriki sayfalarına çaktırmadan minik notlar düşmek olan ve bunu sırf bahsi geçen arkadaş o sayfaya geldiğinde şaşırıp tebessüm etsin diye yapan bi' insan olarak bu üzme işini nasıl yaptığımı da bilmiyorum aslında. Zaten insanları mutlu etmeye çalışan bir insan olduğumu düşündükten sonra uyuyakaldım sanırım. Sonrası karanlık çünkü, hatırlamıyorum. Hatta bir iki tespit yapmıştım, onlar da kaynamış arada. Beynim her zamanki gibi konunun sıkıcı bölümüne geçince kendini uyku moduna almış olmalı.

Meraklılarına not: Hemen "İnsan, kendinin nasıl bir insan olduğunu bilmez mi?" demeyelim. İstediğim -ya da daha çok beynimin istediği- kendimden bir iki adım öteye gidip olaya bir de dışarıdan bakabilmekti. Yoksa şeker gibi kızım, ben de biliyorum.

Oct 28, 2012

karikatür gibi insanım vesselam.

Rüyayla gerçeği karıştıran insanı anlarım. Yeri gelir, hak da veririm. Rüyası çok gerçekçidir, bilinçaltı karmaşıktır vesaire... Ama rüyasında dinlediği şarkıyı sabahın beşinde uyanıp söylemeye devam eden bir bendenizi anlayamıyorum. Hayır, tamamen kendime geldiğimde ben bile garipsedim durumu; odada biri olsa yaşayacağı şoku düşünemiyorum. Kapkaranlık bi' oda. Uyuyan bir insan evladı. Bir anda doğrulup gözler kapalı vaziyette şarkı söylemeye başlıyor falan.
(Söylediğim şarkı da şu yalnız.)
Zaten nasıl bir bilinçaltına sahipsem artık, ondan önceki gece de arkadaşım yere düşüp kırılıyordu. Evet, kırılıyordu. Boynu kırılıp yüzü sırt tarafa dönüyordu falan, pis pis işler. Ve ambulans bulamamamız dolayısıyla kızın parçalarını toplayıp trenle hastaneye gitmeye çalışıyorduk. Buraya kadar okuduklarınız çok da anormal gelmedi mi? Peki, kucağımda arkadaşımın parçalarıyla bindiğim trenin lunaparklarda bulunan ve aynı raylarda dolanmaktan başka pek bir işe yaramayan o kocaman korku trenlerinden olduğunu söylesem? 
Tanrım, lütfen Neşe'ye biraz akıl fikir..........
Kendimim diye istiyorsam n'olayım.

Başlığa atfen: Ersin Karabulut arkadaşım olsa, Sandık İçi için malzeme sıkıntısı gibi bi' derdi kalmazdı adamın.

Oct 26, 2012

Bir saçma sapan insan olarak: Neşe.

"Aman neyse şimdi bu kadarcık şeyi sorun edip canını sıkmayayım." diyerek görmezden geldiğim şeyler bir araya gelip günün birinde ağzımdan o kadar kırıcı şekilde çıkıyor ki karşımdaki sadece can sıkıntısıyla kalabilmiş olmayı yeğleyecek hale geliyor. Ve bir sinirle söylemeye başladıklarım, muhabbet tartışmaya kaymaya başladığında canımı öyle bir sıkıyor ki devam edesim gelmiyor.

Oct 24, 2012

oldies goldies hesabı.

Bazı insanlar var,
son görüşmenin üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek olan. ve aynı şekilde sizi unutmayacak... bu insanlar ki bir zamanlar çok şey paylaştığınız ve kardeş gibi sevdiğiniz. artık bir şey paylaşmayacak bile olsanız, asla eskimeyecek olanlar. çünkü gittiğiniz her yerde, yüzünüze yerleşen her tebessümde varlığını devam ettirecek, karşınızda oturan insanın çayına attığı iki şekerde bile aklınıza gelebilecek olan. sonra bi' gün. haftalar, aylar, yıllar sonra bi' gün. karşı karşıya geldiğinizde, hâlâ aynı, hatta belki özlemin etkisiyle daha da artmış, sevgiyle koşup boynuna sarılabileceğiniz harika insanlar.
işte onlar. iyi ki ama iyi ki varlar.

Sonra başka bazı insanlar var,
hayatınızın bir döneminde en baş köşeye oturttuğunuz. hatta bunu belki kendinize bile çaktırmadan, içten içe yaptığınız. önce çok mutlu olmanıza, sonrasında mutsuzluktan ölecekmiş gibi hissetmenize neden olmuş olan insanlar. 
ya da insan. 
hayatımıza bu şekilde kaç kişiyi dahil edebiliriz ki zaten? muhtemelen en fazla bir. 
hayatınızdan çıktıktan sonra bile gitmesine asla izin vermediğiniz, bazen bir şeyin tetiklemesiyle bazense öylece aklınıza geliveren -ve beraberlerinde günler sürecek sıkıntıyı peşlerinde sürükleyen- insanlar. her şeye rağmen kötü sıfatları kendilerine yakıştıramadığınız, "hayatıma girmeseydi daha iyiydi!" diyemedikleriniz. 
onlar da, belki de bu yüzden, iyi ki varlar-dı.
keşke şimdi de olsalardı.

Oct 20, 2012

Ya hiç ya da iki ve üstü... Çocuk yani.

Biri anneme on sekizi geçtiğimi, hatta birkaç aya on dokuzu dolduracağımı söylemeli. Hatta söylemek yetmez, kafasını açıp bu fikri içine tıksın. Başka türlü kabullenemeyecek durumu zira. Üniversite için bir süre başka şehirde yaşayacağım diye çalıştığı şirketin İstanbul bürosuna geçme planları yapıyor ki muhtemelen tutacak planlar bunlar. Buraya kadar sıkıntı yok, tamam gelsin DE hayatını bana endeksli yaşaması çok sinir bozucu. Çocukluğumdan beri aile bireylerimle aramda hiçbir zaman sıkı bi' bağ olmadı benim. Bunun, bunca yıl sonra kurulmaya çalışılıyor olması ise iki kat sinir bozucu. Sokağa adımımı attığım ilk köşebaşında biri kolumdan tutup tecavüz edecekmiş gibi davranmıyor mu bir de............. Tamam böyle bi' ihtimal de yok değil, neticede Türkiye'de yaşıyoruz ama yani: Of! 
On dokuz yaşındaysanız ve tek çocuksanız hayat gerçekten çok zor. 
Hatta tek çocuksanız hayat hep çok zor!

Oct 18, 2012

"Hmm... Hangi grupları dinliyorsun mesela?"



Bizim neslin gençliği için bir dönem muhabbetin gidişatını belirleyici yegane soruydu bu. Cevap olarak da olayın muhatabı kişiler, üşenmez; tüm dinledikleri, sevdikleri ve hatta sadece popüler olduğu için ilgi gösterdikleri grupları tek tek sayardı. Sayardık yani. O dönem "müzik zevkim bir yana, diğerleri bi' yana" anlayışı hakimdi çünkü. (Çok eskide kalmış gibi konuşuyorum yalnız, şu an beni tanımayan ve bu yazımı okuyan biri tarafından otuzlu yaşlarında bir insan olarak hayal ediliyor olabilirim!) İnsanlar rap-rock diye ikiye bölünmüş, arada bir de satanist gözüyle bakılan metalciler türemeye başlamıştı. Öyle ki bu müzik zevkinin uyuşması durumu, küsleri barıştırabilecek nitelikteyken; uyuşmayan zevkler de kardeşi kardeşe düşürebilecek güçteydi. 

Şimdi doğruya doğru, benim de sevdiğim gruba laf söylediği için kavga ettiğim arkadaşım çoktur. Mesela orta sona giderken Tokio Hotel'in solisti Bill Kaulitz'e "top" diyen erkek arkadaş adayımı direk gözden çıkarmış, lise birde ise "Neden hep yabancı müzik dinliyorsun?" sorusuna, "Güzel Türkçe şarkı mı var? Göster dinliim yha!!!!1" şeklinde atar yapmıştım. Tabii o zamanlar Bill Kaulitz'in şimdilerde maymuna döneceğini ve ileride Yüzyüzeyken Konuşuruz, Replikas, DANdadaDAN, Büyük Ev Ablukada, Peyk, Baba Zula ve daha nice Türk grubunun tadına varacağımı kestirememişim. Hatta o-zaman-biri-çıkıp-"Günün-birinde-Sezen-Aksu-dinleyip-kederleneceksin-George."-dese-tepkim-n'olurdu-acaba? fantezisine girmeyeceğim, "Fak yu Michael." der geçerdim muhtemelen. Atarlı gencim çünkü, bi' karizmam var. Ha, ama şimdi gelse biri şu başlıktaki soruyu sorsa, üşenir Last.fm profilime yönlendiririm kendisini. YAŞASIN TEKNOLOJİ ÇAĞI! (Böyle söyleyince de çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı taş devrinde yaşayıp sonra 21.yy'a ışınlanmışım gibi oldu. Şu an bu yazıyı okuyan beni tanımayan insan için saçma bi' profil çizmeye tam gaz devam ediyorum.)

Yalnız müzik zevkimin gelişim sürecine bakınca şaşırmamak elde değil; lâkin "Bir zamanlar bunlar varmış, sonra böyle olmuş, şunlar gelmiş." şeklinde grupları saymaya üşeniyorum. Ama kısaca o dönemin müzik dergilerince* popüler rock ve metal gruplarından; trip-hop, indie, folk, senfonik ve celtic metale  geçiş yapmışım olarak özetlenebilir. Gerçi bugünkü karışık kuruyemiş tabağı kıvamındaki müzik zevkimi tanımlamak da pek kolay iş değil. "Valla abi ben kulağıma güzel geleni dinliyorum." diyenden korkacaksın demişti birileri ve işte bu yüzden ben de diyorum ki: KORKUN BENDEN.

Bu arada, müzik zevkim havada ters taklalar atarak büyüyüp gelişirken veya daha doğru bir tabirle "evrimleşirken", değişmeyen şeylerden biri de HIM (bilhassa Ville Valo) sevgim oldu sanırım. Geçtiğimiz günlerde de tekrar kabarıp köpüren sevgim dolayısıyla HIM'e bir yazı adayasım gelmişti aslında ama sonra üşenip yarıda bırakmıştım -taslaklarda sürünüyordur hâlâ muhtemelen- ve hazır böyle bir yazı yazıyorken araya sıkıştırayım onu da. "Ville'nin şu klipteki seksapalitesine sahip birini bulsam alacağım." diye diye yıllar geçti, evde kaldım. (An itibariyle yaşım kırka fırladı, yok mu arttıran?)

Müzik zevkimin geldiği son nokta olarak ise geçen haftalarda keşfettiğim Alina Orlova'yı gösterebilir ve bir de bu ve şu şarkılarını paylaşabilirim kendisinin. Liyo liyooo liyooooaaaaooaoaoa!

*Ayrıca dergilere verdiğim parayı kenara koysaymışım şu an Türkiye beni ikinci Ali Ağaoğlu vakası olarak tanıyor olabilirdi. Ne yazık ki hiçbir zaman eli sıkı bir insan olamadım. İki çizgi roman okuyacağım, iki grup keşfedeceğim diye her ay harçlığımın yarısını gözden çıkarabildim............... Yalnız, dergi konusundaki zevkimin gelişim sürecini de bir ara inceleyebilirim. Ya da incelemeyebilirim. Üşengeçliğime bağlı tamamen. Of çok uzattım ya valla ben bile sıkıldım şu an.

Oct 15, 2012

Batarken güneş ardından Eriador'un tepelerinin, gitme zamanı geldi hobbitlerin!

Günlüğümün saçma sapanlığına "meraba" deyin!
Bi' dönem gösteride söyleyeceğim için 495867476 kere prova ettiğimiz ve bıktığım şarkı olan Zombie'yi, iki yılın ardından tekrar özlediğimi farkettim. Tam bu noktada, "Böyle bi' şarkıdan bıkılır mı?" diyebilirsiniz, deyiniz. Ben de diyorum. Ama insan tüm sene boyunca söyleyince, en güzel şarkıdan bile bıkabiliyor. CİDDEN. Yine de burada 70 milyon insanın huzurunda söylemek istediğim bir şey var: Benim için Dolores O'riordan bi' yana, diğer tüm vokaller öbür yana! Bu kadına olan saygım, Hintlilerin ineklere gösterdiği saygıya diz çöktürür, tövbe ettirir! O DERECE.

Değinmek istediğim bir başka konu ise şu fotoğraf:


Simon and Garfunkel hayranlığım sonucunda izlediğim The Graduate filminden bir sahne olmakta kendisi. Adam bu şekilde kaç km yol aldı, biri de çıkıp demedi ki "Burada film çekiyoz, e duygusal da bi' sahnedeyiz, bi' düzeltelim şunu." diye. 
Bu film için "Ayrı bir yazı yazarım." düşüncesiyle sahnenin ekran görüntüsünü almışım ben de ama şu an bilgisayarımı düzenlerken anca farkına varabildim. Genel olarak film fena değildi, hatta epey güldürdü aslında ama şöyle de bir gerçek var; adamlar hayatlarının en doğru kararını alarak soundtrack albümünü Simon ve Garfunkel amcalarımızın şaheserleriyle doldurmuşlar, harika da yapmışlar! 

Bazı sanatçıları hayatıma sokup halam, amcam falan yapabilsem ya keşke, ne güzel olurdu.

Neşe'nin çirkin yüzü -ya da çirkin ağzı-.

İçimde "akışına bırakmak" ile ilgili ne kadar şey varsa, hepsi vitesi boşa atmış durumda sanırım. Uzun zamandır üstüme yapışıp kalmış ve artık bir şekilde benimsemeye başladığım bu yaşam tarzının (mı desem? Her neyse işte, onun) başka bir açıklaması olamaz zira. 

Mesela, şu farkına bile varmadan yaşamış olduğum 18 küsür yılda, insanları kaybetmekten gerçekten korktuğum sayılı an vardır. Hatta Barkın ve anneannem hariç kaybetmek istemediğim ya da daha açık bi' ifadeyle, "onsuz olmaz" gözüyle baktığım pek kimse de olmadı. Ama yine de karşıma çıkan herkesi önemsedim ben bi' yere kadar. Kaybettiğim veya hayatımdan bilerek uzaklaştırdığım insanlara bile sonuna kadar tolerans tanıdım. Şu an ise herkes o kadar umrumda değil ki; "Bi' su getirir misin? Ne? Getirmiyo musun? Tamam siktir git." kafası yani sonum. -Durumun vahametini de anca bu buram buram mübalağa kokan ütopik örnekle açıklayabiliyorum, evet.- Sanırım bazen kaybetmek istemediğimiz insanlar bilerek ve isteyerek çekip gittiklerinde, kötü bi' parçalarını anı olarak bırakıyorlar. Teselli ödülü gibi. Olay, "Tamam, kaybettim ama hiç yoktan iyidir ya eheheğböhüüüüee! Ver bakayım sen şunu bi'." ile başlayıp "Aa! Bi' dakka lan, e ben yine zarardayım yine zarardayım! N'oldu şimdi?"da bitiyor.

Sonra mesela, eskiden yazmak için zorlamazdım kendimi. Düşündüğüm, yaşadığım, hissettiğim şeyler olurdu; yazardım. Hâlâ düşünüyorum, hâlâ yaşıyorum da sanırım hissetme kısmında büyük sıkıntı var. Üniversiteye başladım, yaşadığım şehir değişti, bazı arkadaşlarımla aram bozuldu, bazılarıyla düzeldi veya daha da iyi oldu, yeni insanlarla tanıştım/tanışıyorum, ilk defa ailemden uzun süre ayrı kaldım vesaire... Tüm bunlara karşılık hissettiğim tek şey, yalnızlığın verdiği o garip haz. Bu yalnızlık birkaç yıl önce yakınıyor olduklarıma da benzemiyor üstelik. O zamanlar da etrafımda sürekli insanlar vardı ama "Beni anlamıyonuz ki yha!!11!1" düşüncesinde tipik asi ergendim. Şimdiyse olay: Etrafımda insanlar var, genelde eğleniyoruz ama bazen acayip daralıyorum, anlatsam belki anlarlar ama anlatmak istemiyorum; ÇÜNKÜ ETRAFIMDAKİ HERKES OLMASA DA OLUR. Ve böyle bi' insan olmaktan içten içe nefret ediyorum ama aynı zamanda seviyorum da. Neydi bunun adı? Aşk? *kötü espri detected*

Ve dahası bu durumun, söylemek -hatta bas bas bağırmak- istediğim ama söylememe bi' türlü izin verilmemiş veya benim fırsatı değerlendiremeyip söyleyemediğim şeylerden kaynaklanması ihtimali 82,45679% falan. İşte bu yüzden de ağzımıza sıçayım Barkın. Hayır, kaç yıl oldu. Artık adamın nasıl biri olduğunu bile unuttum neredeyse, olayları unuttum lan hatta. Ama niye böyle ya. Niye atlatamıyorum. "Tamam öyleyse, bye." diyemiyorum. Niye kafamı sikiyorum. Niye küfür edemeyen biriyken böyle ağzı pis bi' insana dönüştüm. Küçük Emrah'ın reenkarnasyonu olacakmışım da erken mi doğmuşum lan acaba?

Ayrıca bu yazı boyunca, Bir Sana Bir de Bana ve Her Akşam Vodka, Rakı ve Şarap ikilisini dinlemiş oluşum bile ne  kadar sikko bi' ruh haline sahip olduğumu anlatıyormuş aslında. Bu kadar yazıyı boşuna yazdım. Boşuna diyorum çünkü yazmak rahatlatmıyo lan artık. Yani çünkü ne bileyim, rahatla rahatla nereye kadar. Gibi.

Oct 11, 2012

pılımı pırtımı toplayıp bir filmin içine taşınasım geliyor bazen. en izlemeye değmeyenine bile yakışmayacak oluşum ne kötü.

Oct 6, 2012

Protect me from what i want.

Death Of A Superhero'nun başlarında bir sahne var: Çocuk, tren raylarında ayakkabısını bağlıyor. Bir sonraki sahnede, trenin yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Çocuk, ayağa kalkıyor ve trenle neredeyse burun buruna geldiklerinde, raydan dışarı adım atıyor. 
Hayatım bunun gibi tek bir andan ibaret olsa bile şikayetçi olmazdım gibi.