Aug 27, 2013

yüz milyonda biri.

Çocukken, annem ve babam çalıştığı için bazen bir iki haftalığına anneannemlerde kalmam gerekebiliyordu. Bu birkaç haftalık süreçlerin ilk günlerinde hep çok garip hissederdim. Annemin ve babamın yokluğuna alışmam, anneannemlerin evinin düzenine ayak uydurmam gerekirdi çünkü. Kaldı ki öyle anne ve babasına çok bağlı bir çocuk da değildim ve anneannemle dedemi dünyadaki herkesten çok seviyordum. Tam yeni düzene ayak uydurmuşken ise eve geri dönmem gerekirdi ve bu defa, tersine fakat aynı şekilde işleyen bir süreç baş gösterirdi: Şimdi de anneannem ve dedemin yokluğuna alışmam, onları özlememeye çalışmam ve artık neredeyse yabancılaştığım evime yeniden adapte olmam gerekirdi.

Aslında şu an buraya, bunlardan çok daha farklı şeyler yazmayı hesap etmiştim bütün hafta. Şu sıralar en sevdiğim dizi haline gelen Newsroom ile ilgili yazılacak bir ton şey vardı mesela aklımda. Ama işte, yarın İstanbul'a dönüyorum ve her ne kadar hâlâ anne babasıyla ilişkilerini oturtamamış ve Bursa'dan nefret eden bir çocuk olsam da, oops, çocuk dedim ve şu an yanlışlıkla yazdığım bu kelimeyi silmek istemiyorum. Evet, her ne kadar Bursa'dan ve insanlarından nefret eden İstanbul'a aşık 175lik bi' çocuk olsam da yeni düzen, her zaman bana garip hissettiriyor. Belki de bu yüzden her zaman bavul hazırlama işini son dakikaya erteliyorum. Bavul hazırlamak, şu an içinde bulunduğun düzenle ilgili değil çünkü ve ben -sanırım- içinde bulunduğum düzenin son ana kadar tadını çıkartmak istiyorum. Ya da sadece üşengecimdir ve üşengeçliğime fazla anlam yüklüyorumdur.

Her ne kadar -kendimi deli gibi zorlamama rağmen- annemi ve babamı -özellikle babamı- yeteri kadar sevemediğimi düşünsem de özleyeceğimi bilmek, canımı sıkıyor. Bunun tam olarak ifadesi "can sıkmak" da değil aslında, adlandıramadığım bir şey hissediyorum. Öte yandan buradan gitmek, anneannem ve dedemi de göremeyeceğim anlamına geliyor ve işte bu, asıl ölüm gibi olan. Bu yaz bu şekilde hissedeceğimin farkında olarak Bursa'da geçirdiğim zaman aralığında onlara daha çok zaman ayırmaya çalıştım ve bakalım ne oldu: Onlarda kaldığım ilk gece, yaşlanıyor oldukları için ağlamaktan uyuyamadım ve ertesi gün kuzenimi davet ettim.

Öte yandan büyüdükçe -gerçi artık yaşlandıkça demem lazım sanırım, zira yaşım yirmi oldu olacak- zaman ve ölüm kavramlarının daha da netlik kazanıyor oluşu canımı sıkıyor. Bu yaz Bulgaristan'a tatil için gitmiştik aslında ama gitmişken anneannemin ablasının ve annesinin mezarlarına da uğradık. İkisini de sadece bir iki kere, çocukken görmüştüm. Buna rağmen anneannemle ilgili olan her şeyi sevdiğim gibi, onları da seviyordum ama bu, sadece anneannemle ilgili olmasıyla ve çocukların çoğu zaman sorgulamadan sevmesiyle sınırlı bir şey de değildi. Oldukça az olmalarına rağmen güzel şeyler hatırlıyorum onlara dair. Bölünmüş ailelerin en kötü yanı bu. Bir aradayken belki çok güzel şeyler yaşayabilecekken, aralarındaki kilometreler yüzünden hep biraz eksik yaşıyorlar. Anca bayramda, tatilde vesaire görüşebiliyorlar ve ondan da genelde bir şey anlamıyor zaten insan. N'aber, nasılsın derken geri dönme vakti geliyor. Çoğu akrabamı tanımıyorum mesela ben. Çoğunu hiç görmedim. Akraba kavramı benim için anne, baba, anneanne, dede ve biraz daha fazlasından ibaret. Neyse, çok dağıttım konuyu, toparliyim. Varna'dan, annemin teyzesinden dönerken de çocukken ve şu anda da hissettiğim o garip his vardı. Onu da en son 8,9 yaşımdayken görmüştüm ve belki de bu son görüşümdü. Ben böyle bir iki kere görmeme rağmen özlüyor ve ölümlerini zor kabulleniyorsam; sırf ben doğdum diye Türkiye'ye gelmek zorunda kalmış anneannem ve dedemi düşünemiyorum.

İnsanoğlu her şeye alışıyor tabii ama o alışma süreci... 
Her neyse, depresif olmak insana bir şey kazandırmıyor; gideyim de hâlâ kendi başına toparlanmayı öğrenemeyen bavulumu hazırlayayım. 
İnsanlar mutfak robotunu keşfedeceklerine, kendi kendine hazırlanan bavulu keşfetselermiş keşke.

PS: Tuçi ve İzot'un sigaralarını yakmak bahanesiyle aldığım kurukafalı çakmağın "Ehehe bakın nası da yanıoağğ!" diye millete gösterirken gazını bitirdiğim için çok mutsuzum. Doldurtunca tekrar mutlu bi' çocuk olcam.

Aug 23, 2013

Telefonumdaki not defteri tam olarak şu işe yarıyor:

I.
Meraba,
Bunları 10 Nisan Çarşamba günü saat 6 sularında, Kadıköy'den Kabataş'a giden bi' vapurun arka koltuklarından birindeyken yazıyorum. Şu an koltuğumun altında ne idüğü belirsiz bir çanta mevcut ve beynim kendini onun patlamaya hazır bir bomba olduğuna o kadar inandırdı ki paranoyadan bacaklarımın karıncalandığını hissediyorum. Her an patlayacakmış da sepeti kaptıracakmışım gibi geliyor. Olur da karaya ayak basmadan ölürsem, olayın kurbanı olarak en iğrenç vesikalık fotoğrafımın haberlerde gösterilmemesini vasiyet ederim.
Bye.


II.
Bazen her şeye o kadar yabancı hissediyorum ki; bu, beni ağlatabiliyor.


III.
Gün içinde yüz kaslarını sadece gülmek için kullanıp da içten içe kahrolma dalında plaket verselermiş iyiymiş.


IV. 
En sevdiğim insanı kaybettim ve bi' daha da bulamadım. Nerede bıraktıysam orada olmasını umdum, olmadı. Saklambaçtaki gibi, asla bulamayacağımı düşündüğüm anda saklandığı yere büyük gelir de duvarın köşesinden, bir yerlerinden kolunu falan görürüm diye bekledim, olmadı. 
Sonuç olarak kaybettim. 
Hiçbir şey yapmadan. 
Sadece kendim olarak. 

Katlanılmaz olduğumu düşünmemem için her şeyi yapmış ve sonra bana katlanamamıştı.
Katlanamadığı asıl kişinin kendi olduğunu söyleyerek üstelik,
kendiyle birlikte gözden kayboldu.

Ve ben de korkaktım, 
en az onun kadar.
Yüz milyon kere fırsat verseler yine söyleyemeyecektim. Yine de yüz milyon birinci fırsatı bulamayınca ağzıma geleni söyledim. Söylemem gereken şey dışında her şeyi söyledim. Rahatlayacaktım sanıyordum, öyleydi de, ama yanlış şeyi söylemeyi seçtim.
Hayatımda yaptığım en büyük hata budur.
Ve bu kez hikaye anlatmıyorum.


SONUÇ: Burayı komikli bir şeye bağlayacaktım aslında ama bu defa güldürmedim. Ölümümün ya sakarlıktan ya da duygusallıktan olacağına artık neredeyse emin gibiyim.
Erken mi sıyırdım acaba ben ya.

Aug 22, 2013

Müsadenizle gülücem;


AHAHAHAHAHAHAHJXCKLVHZXCKHBKJHZKJZHXKHJVKCH

Aug 20, 2013

Bi' şey dicem,

S P O T I F Y   D Ü N Y A N I N   E N   G Ü Z E L   Ş E Y İ . 
Upuzuuuun bir zamandır Spotify'ın Türkiye'den de indirilebilir olmasını bekleyip duruyordum ama bu sabah, saatlerimiz sabahın sekizini gösterirken canıma tak etti, antin kuntin birkaç program sayesinde kendimi Amerika'da yaşıyormuş gibi göstererek Spotify indirmeyi ve kurmayı, utanmadan bir de Last.fm hesabıma bağlamayı başardım! Özellikle Last.fm hesabıma bağlanmayı başardıktan sonraki birkaç dakika hayatımın en güzel dakikalarıydı, adeta müzik aleminin kraliçesiydim her şey benden sorulurdu LÂKİN hayatın-her-güzel-şey-bitermiş-kuralı devreye girmekte gecikmedi... Şu indirdiğim antin kuntin programlardan biri sayesinde ekranımın sağ alt köşesinde beliren DISCONNECTED baloncuğunu görünce neredeyse aklım çıkacaktı (gerçek anlamda). Ama hayır, aklım yerinde kalabilirdi, Spotify'ım beni yarı yolda bırakmamıştı. Yine de bu, bundan böyle bir şey olacak da yine Spotify'sız sefil hayatıma geri dönmek zorunda kalacağım diye her an diken üstünde olacak oluşumu engelleyemiyor. Çok sevdiği(?) sevgilisini kaybetme korkusuyla götü tutuşan kızları şu an o kadar iyi anlıyorum ki.............. EVET SPOTIFY, BU BİR EVLENME TEKLİFİ.

Ya bu arada bir yandan da acayip dertliyim. Bulgaristan'dayken Google'da BG ana makinesine bağlanmıştım, şimdi onu eski haline çeviremediğim için Youtube'daki paylaşma seçeneklerinde Blogger seçeneği çıkmıyor. Blogger arayüzü değiştiğinden beri embed kodu da beğendiremiyorum kendisine zaten, mecburen url ile ekliyorum videoları ama onlar da aşşaaadaki gibi sikko görünüyor, büyüklüğünü falan ayarlayamıyorum. İki elimle bi' teknoloji özrümü doğrultamıyorum görüldüğü üzre, yok mu aklı eren bi' insan evladı?

Çok fazla rüya görüyor oluşumdan daha garip olan şey rüyalarımın uzunlukları.

Rüyamda, ailem velet halimi tiyatro sahnesinde iki adamın sunduğu programvari bir şeyi seyretmeye götürüyorlar. Seyircilere de söz hakkının tanındığı, hatta ara sıra içlerinden birinin sahneye davet edildiği bir program bu ama içeriğini pek anımsayamıyorum şu an. Sonra sunuculardan biri, beni sahneye çağırıyor. Sahnede çok güzel zaman geçiriyorum ve hatta sahneden inerken selam veriyorum seyircilere ve nedense millet kafayı yemiş gibi beni alkışlamaya falan başlıyor. Ben tabii ilgiden dört köşe olmuş bir şekilde yerime dönüyorum. Gel zaman git zaman, o adamlar ikinci ailem gibi bir şey oluyorlar. Sürekli onlarla sahneye çıkıp showlarının bir parçası oluyorum ve bundan çok da hoşlanıyorum. Bu şekilde çocukluğum geçiyor fakat bu sırada o adamlar kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Gösteri yaptıkları tiyatro sahnesi de bana ve yakın arkadaşım olan içlerinden birinin oğluna kalıyor. Çocuk sessiz, sakin bir tip ve hiç onlarla sahneye çıkmamış. Bu anlamda, ben ondan daha yakınım diyebilirim bu ikisine. Bizden başka 2 erkek ve 2 kız olmak üzere 4 arkadaşımız daha var grubumuzda. Ara ara sahnede veya başka bi' yerde buluşup bir şeyler yapıyoruz vs. Sonra bi' gün, o adamlar geri dönüyor. Ve o adamlardan birinin aslında kadın olduğu gerçeğini öğreniyorum. Bunca zaman ikisine de baba gözüyle bakmışken biraz şaşırıyorum tabii. Onları tekrar gördüğüm için sevinmem hasebiyle erkek olanın boynuna sarılırken "Aslında kadın olduğunu bilmiyordum." gibisinden bir şeyler söylüyorum. Ve sonra bir gösteri daha yapıyoruz ama seyirciler artık yaptıkları oyunlara ve showlarına ilgisini kaybetmiş gibiler. Gösterinin bir yerinde kadın olan "Neşe'yle birlikte size şarkı söylememizi ister misiniz?" diyor ve seyircilerden çıt çıkmıyor. Seyircilere sırtı dönük, eski tip bir koltukta oturmakta olan ben de, bu olayın üzerine, başımı hafif onlara doğru çevirip dilimi çıkararak "Peh." gibi bi' ses çıkarıyorum. Ardından seyircilerden bazılarının bunu saygısızlık olarak addedip homurdandığını duyuyor ama önemsemiyorum. Sonra gösteri bitiyor. O an kimseden bir şey duymamış olmama rağmen her nasılsa o kadının, adama aşık olduğunu bir şekilde biliyorum ama neden erkek kılığında gezdiğini ben de bilmiyorum. Gösteriden sonra 6 kişilik arkadaş grubumla arabaya atlayıp başka bir şehirdeki bar türevi bir yere gidiyoruz eğlenmek için. İçerisi bana fazla gürültülü geldiği için dışarı çıkıp yolun karşı tarafına geçiyorum. Yaşlı bir adamı iki eli dolu şekilde yürürken görüyorum ve hızlı hızlı yürüyerek ona yetişip yardım etmek istediğimi söylüyorum. Adamın sol elindeki poşeti alıyorum ama sağ elindekini vermek istemiyor bana. O şekilde yürürken bir grubun yanından geçiyoruz. Grubun rehberi oranın belediye başkanıymış güya ve bizi göstererek "Şehrimizde artık bu şekilde gençlerin yaşlılara yardım ettiği pek az görülüyor. Kimse kimseye güvenip yardım etmeye yanaşmıyor." diyor. Onları geçince yanımdaki amcayla muhabbet ediyoruz biraz. Bana teşekkür ediyor. Ben de o şehirde yaşamadığımı ama arkadaşlarımın bir kısmını orada yaşamaya ikna edebileceğimi düşündüğümü söylüyorum. Bir süre yürüdükten sonra adama daha fazla ileri gidemeyeceğimi söyleyip ayrılmak istiyorum. O da teşekkür ediyor bir kez daha ve elimdekileri alıyor. Sonra yolun karşısına geçmek istiyorum tekrar. Adam da peşimden gelmeye kalkışıyor. Onu görünce karar değiştirip yolun geldiğimiz tarafına dönüyorum. Sonra adam, "Benden şüphelenmiyorsun, değil mi?" diyor. Ben de "Aslına bakarsan şüpheleniyorum." diyorum. "Çoktan anlamıştın zaten." diyerek sırıtıyor ve bana vermek istemediği poşetin içinden bir silah çıkararak peşimden koşmaya başlıyor adam. Arkadaşlarımın hâlâ içinde olduğu barın karşısına geldiğimde adam da bana yetişmiş oluyor fakat o beni vuramadan başka biri onu vuruyor. Yere düşüşünü seyrediyorum bir süre ama kan görmüyorum. Sonra gösteriyi sunan adamın oğlu olan çocuk yanıma geliyor ve gösteriyi sunan kadının kalp krizi geçirip hastaneye kaldırıldığını söylüyor. Tam bu anda da bir polis ifademi almak için yanıma geliyor. Adama durumu izah edip arkadaşımla arabaya biniyorum ve hepimiz hastaneye giderken uyanıyorum.

Bunu yazdıktan sonra yayınlamaktan vazgeçmişim, kıyıda köşede durmasın dedim yayınlamaya karar verdim. Eh, n'apalım beynim hikaye yazmaktan asla vazgeçmiyor.

Aug 18, 2013

benim saçım var da n'oluyo be dayı? amaaaaan.

Piknikvari bir yemekte, annem: Birol senin çay bardağın yok mu?
Yeni yeni kelleşmeye başlayan -ve belli ki içten içe buna bozulan- dayım: Yok. Benim başım kel.

Aug 9, 2013

ve sonra farkettim ki...

...artık hissettiklerimi anlatabilmenin bir yolu yok.

We're a real fucked up family.

http://www.youtube.com/watch?v=Yv6_kKzvAdc

Hiçbir zaman aile olamadık biz. Hatta aile denen kavramın yanına bile yaklaşamadık -ki zaten, öyle görünmesi öyle olduğu anlamına gelmiyor çoğu zaman. Bugünden sonra ise herkes kendi bireyselliğini alıp yoluna devam edecek. Daha fazla rol yapmanın alemi yok çünkü.