Nov 29, 2014

Kulaklıkla son ses post rock dinlerken tüm vücudum buz kesiyor.

Laaaacrimoooosa.

Hiçbir şey bilmiyorum belki ama önyargılar.
Hayatımda ilk defa bir filmi not alarak izliyorum. Ve hayatımda ilk defa bir filmin ilk on dakikasında bile kendimle ve filmi öneren kişiyle bağdaştırabileceğim bir sürü şey buldum. Bu filmi üç yıl önce de izliyor olabilirdim. Ama önyargılar.

Nov 24, 2014

Yeldeğirmeni civarlarından sarkastik bir hikaye.

"Böyle saman kağıdına yazarken, kendimi Bilbo Baggins gibi hissediyorum." sözleri döküldü ağzından bir an boş bulunup. Alaşehir'le ilgili bir makale okuyor, Shire'ı düşlüyordu. İzel'in kahkahayı basmasıyla düşündüklerini sesli söylediğini farkeden Neşe, bozuntuya vermeden devam etti: "Bir de dolma kalemle yazıyor olsam ne olacaktı kim bilir..." İzel, kardeşinin tavuk suyu dökerek bozduğu eski bilgisayarının üstüne aldığı gıcır Mac'inin takvimini açıp bu anı kaydederek ölümsüzleştirdi ve sonra, Rafet El Roman açıp dans etmeye başladılar.

Anlaşılan o ki Mimar Sinan'a vize haftası bu yıl da tam vaktinde gelmişti.

Based on a true story.

Nov 18, 2014

Nolan'ın yeni filmi güzelmiş bayaaa.

Küçük bir çocukken...
(yazmaya "küçük bir çocukken" kalıbıyla başlamaktan hoşlanıyorum.)
...kırk yıllık bir ömrün kendime ve yapmak istediğim işlere yeteceğini düşünmüştüm. O işlerin pek öyle olmadığını gösteren tokadın suratıma inmesi, tam yirmi yılımı aldı. Ve yirmi birinci yaşıma bir ay kala, uzun zaman sonra ilk defa eğlenme beklentisiyle en yakın arkadaşlarımla dışarı çıktığım bir gecenin ardından yatağıma yattığımda; hayatım bir yıl daha bu sıkıcılıkta giderse intihar etmeyi düşünürken buldum kendimi. 

Bir insanın kendine acımaya başlaması, kendine yapabileceği kötülüklerden yalnızca biri. Ama farkında bile olmadan kendi kendine acındırmaya çalışması, sürekli hayatından yakınması; kendini tüketme anlamında yarışı ön sıralarda tamamlar sanıyorum. Bu gece Moda'ya yürüyerek yaptığım klasik düşünme jimnastiklerimden birinde, bu ikincisini son zamanlarda sık yapmaya başladığımı farkettim. 

Açıkçası çağımızda -ve bilmiyorum, belki toplumumuzda- yaşayan çoğu bireyin 100% sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olduğunu düşünmüyorum. Ya da belki insan olmak bunu gerektiriyordur, kim bilir... Dönüp kendi hayatıma ve kendime baktığımda olumsuz zibilyon tane madde saymak çok zor olmayacaktır bu yüzden. Olmuyordu da. Ama bu, self-ajitasyonu haklı çıkaracak bir sebep olmaktan çok uzak. Demek istediğim şey, biraz da olumlu yanından bakmakla alakalı bir kişisel gelişim tavsiyesi de değil asla. Sadece... Rahatsız oluyorsan, bu durumu değiştirmek için çabalaman gerekir. Hayattan artık keyif almıyor oluşundan şikayet etmenin ya da herhangi bir şeye olan istencinin nasıl da azalarak bittiğinden yakınmanın bir anlamı yok. Üstelik bu yakınmaları kendi kendine yapınca daha da anlamsızlaşıyor. Zira dostum, sen ve kendin aynı hayatı yaşıyorsunuz; bilmem farkında mısın? Yani o, bunları zaten biliyor................

Öf neyse, sıkıldım. Daha fazla yazmıycam. Zaten bu gidişle kırkıma geldiğimde evinde elli tane kediyisle kişisel gelişim kitabı yazıp yayımlanmasını ve çok satmasını uman teyze olacağım. (Just kidding, no more self-AJİTASYON!)

Nov 9, 2014

Hiçkimse neler olup bittiğini bilmeyi hakketmiyor. Ve zaten ne gereği var?

Nov 7, 2014

Şimdi açın en sevdiğiniz şarkıyı dinleyin.

Günden güne insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Büyük ölçüde bu mesafeden beslenen ruh halimi anlamakta güçlük çekiyor oluşları hiç garip değil. Çünkü davranışlarımın anlık kaprisler olarak algılanması beni rahatsız etmiyor. Aksine bu şekilde bi' algı yaratarak kolaya kaçıyorum; zira kimseye bir şeyleri anlatma istencim yok artık.