May 31, 2011

Yaşadığım zamanı başka bir zaman dilimiyle kıyaslayamıyorum -çünkü her şeyin göründüğü gibi olmadığı ve başka zamanları yaşamadığım gibi koca iki gerçek var ortada malum- ama yine de dildeki ve özellikle beyinlerdeki bu yozlaşma, endişelerimi arttırmıyor değil. Çok mu sıkıcı oldu? Hiç sanmıyorum.

May 27, 2011

Mim# Ben küçükken ... sanardım. Belki de hala öyle sanıyorumdur.

Mia, bana harika bir mim yollamış. Kendisine buradan bi' kez daha teşekkür edip öpücüklerimi yolluyorum 

Mim konusu: Ben küçükken ... sanıyordum.

Ben küçükken;
 Erkeklerin göğüslerinin görünmesinin de ayıp olduğunu sanıyordum. Kuzenim de benim sayemde öyle sanıyordu. Hatta bir keresinde haberlerde, bir yerde domates savaşı yapan erkekleri gösteriyorlardı. Adamların da haliyle üstünde bir şey yoktu. Ben ağzımı elimle kapayıp gülmeye başladım. -Aklımca annemlere güldüğümü çaktırmıyordum bu şekilde- Sonra kuzenim de adamları gösterip gülmeye başlayınca, işin aslı ortaya çıkmıştı. Sonra da yengem, neler öğretiyosun sen küçücük çocuğa diye beni bi güzel azarlamıştı.

♥ Herhangi bir hikayede geçen gözsüz, kulaksız, bacaksız vs. insanların gece gelip benim gözlerimi, kulaklarımı, bacaklarımı çalacaklarını düşünürdüm. Bu nedenle de yazın bile yorganı kafama kadar çekerek uyurdum. Arada sırada da yorganın altındaki hava tükenince kafamı çıkarır nefes alır, yine eski konumuma dönerdim. -Bu arada Xena'daki keçi bacaklı adamdan da bu yüzden çok korkardım.-

 İnsanların varlığının bana bağlı olduğunu zannederdim. Ben odadan çıktığımda herkes olduğu yerde donup kalıyor sanıyordum. Onları o halde yakalamak içinde odadan çıkacakmış gibi yapıp aniden kafamı geri çevirirdim. Tabi her şeyin normal seyrettiğini görünce de "tüh bu defa da geç kaldım, göremedim" diye üzülürdüm.

 Çileğin ağaçta yetiştiğini zannederdim. Böyle düşünmemde şirinlerin payı büyüktü. Onlar hep ağaçtan toplarlardı çileği. Ama meğerse çileklerin yetiştiği çalılar bile şirinlerden büyükmüş.

♥ Bacak bacak üstüne attığımda şeytanın gelip bacaklarımın ucuna oturup bana yapmamam gereken şeyleri yaptırttığına inanırdım. Bunu da anneannem söylemişti ama çok sonralar açıkladığına göre, bacak bacak üstüne atınca altta kalan bacağa kan gitmiyormuş, o yüzden öyle bir pembe yalan söyleme gereği duymuş.

♥ Yatağıma oturduğumda, yatağın altında yaşayan canavarlardan biri elini uzatıp bacağımı kapıverecekmiş gibi gelirdi.

♥ Sanırım çok fazla discovery channel izlememin ve ansiklopedi okumamın etkisinden olacak ki; kolumda, bacağımda, herhangi bir yerimde oluşan morluğu görünce kangren oldu sanardım. Paranoya yapar, kurar da kurardım. Hatta bu paranoya işini o kadar abartmıştım ki bir ayak bileğim diğerinden daha ince diye günlerce korku içinde yaşadım. Bacağımı kesecekler sanıyordum da.

Ayrıca şu an dışarıda o kadar güzel bir yağmur var kiiiii 


♥ Ha, bu arada. Cenazenin olduğu bir gün yağmur yağıyorsa, bulutlar ölen kişi için ağlıyor sanardım.

Travis - why does it always rain on me? (Bu havada iyi gider.)

uykucu kız ve bitter eğer yapmak isterseniz, mim ellerinizden öper kızlar. ♥ (Kalpleri de çok sevdim bu arada ahaha)

May 26, 2011

Artık çok sıkıldım,

cidden bitsin.
Hayır, öyle "kendimi paraladım, çok çalıştım, pilim bitti artık yeter" tarzından bir serzeniş değil bu. Daha beteri.
Cidden.
Çalışmadığım her dakika, içimdekinin "bunun için sonra çok pişman olacaksın"larını dinlemekle geçiyor ve bu,
-iğrenç bi' duygu.
O yüzden de hiçbir şey yapasım yok.
ağız tadıyla bi;
kitabımı okuyamıyorum,
müziğimi dinleyemiyorum,
oturamıyorum,
kalkamıyorum,
uyuyamıyorum,
televizyon seyredemiyorum,
arkadaşımla muhabbet bile edemiyorum ulan.
Ağız tadıyla bi' bok yapamıyorum kısacası.
Ha, yapıyorum bir şeyler ama onlardan da ne kadar keyif alıyorum tartışılır.
Bu aralar eskimiş koltuk gibi hissediyorum kendimi. Pek konforlu olmadığı için kimse oturmaz, öyle kıyıda köşede durur onlar. Şey, ben yani.

May 19, 2011

İnsan hamarat olmasın.

Tamam, tat açısından çok iç açıcı şeyler yapamadığımı kabul etmeliyim. (Hatta şu ve şu yazılarımı okuyarak siz de bunu kolayca anlayabilirsiniz.) Ben de, madem çok leziz şeyler yapamıyorum, görselliği ön plana çıkarmalıyım diye düşündüm ve tadaaa!


Hem ne demişler; kahvaltı günün en önemli öğünü. Bence ben zoru başardım:p

Bugüne kadar hep uykusuzluktan öleceğimi düşünmüştüm, yanılmışım.

Uyuyorum uyuyorum uyuyorum ve o kadar çok uyuyorum ki... Ama yok, yetmiyor! Sanırım bünyem sonunda isyan bayrağını çekti; 17 yıldır uykusunu alamadığı bütün o gecelerin intikamını alacak. İşin korkutucu kısmı ise uyku konusunda sabıkamın ciddi anlamda kabarık olması. Çünkü daha kreşteyken bile uyku vakitlerinde bütün çocukları kaldırıp zorla oyun oynatan bir tiptim ben. Sonra ceza olarak da bebeklerin odasına yollanırdım. Tabii Neşe, orada da rahat durmaz bebekleri mıncıklar, ağlatır sonra da "E ağlıyor ama bunlar, uyuyamıyorum ki ben burada." der geri döner, yine çocukları uyandırır, yine oyun oynatır, o oyunlarda yine prenses olur, zevkten dört köşe olurdu. İlkokulda ise herkes gibi 'akşam yatmak, sabah kalkmak bilmez' diye özet geçilen tiplerdendim. Akşamları bir türlü uyuyamadığım için her sabah okula geç kalır ve istisnasız her sabah yolda, "Bugün ne yalan söyleyeceğim" diye düşünürdüm. "Köpek koşturdu, çamura düştüm. Eve gidip çorabımı değiştirmem gerekti.", "Asansörde kaldım.", "Annem işe giderken uyandırmayı unutmuş." tarzı envai çeşit yalan söylemişliğim vardır. Hatta artık söyleyecek yalan bulamayıp "İshal oldum." bile demişimdir, o derece. Eee, çocukluğunda bile uyku düzeni namına bir şey bulundurmayan bünyenin lise çağında gece 10'da kendini uyku moduna almasını beklemek zaten saçma olurdu. Aslında lisenin ilk yıllarında, kendimce bir uyku düzeni kurmuştum diyebilirim. İki günde bir uyuyordum ve sorun kalmıyordu. Ama bu düzensiz olup düzenli gibi görünen düzene de bir süre dayanabildim. Çünkü uyumadığım geceler yapacak bir şey bulamayıp o kadar sıkılıyordum ki, o kadar olur yani. (evet, anlaşıldığı üzre cümleyi tamamlayacak bir şey de bulamadım.) Gelin görün ki; artık en az 8 saat uyumak zorunda bırakılıyorum kendi naçizane bünyem tarafından. Öyle çok yorucu şeyler yaptığım falan da yok halbuki...

Sonuç olarak; durumu, ilkokul günlüklerinin yazılma saatleri bile gece 1 ve 2 arası değişen kızın içler acısı dramı şeklinde özetleyebiliriz. Şimdi yine bilgisayar kucağımda uyuyakalmadan gidip kendi rızamla uyuyayım ben iyisi.

Düzenleme yapıyorum yazıda:
Yalnız şu an ciddi anlamda uykusuzluktan geberiyorum ve hâlâ uyumamak için diretiyorum!
Placebo - Where is my mind?
Bu da benden kendime gelsin. Çünkü şu an beynimin olması gereken yerde rüzgarlar esiyor, sararmış yapraklar falan uçuşuyor hatta top haline gelmiş bir saman yığını kâh dönerek, kâh tekerlenerek esen rüzgarla savruluyor. (Ayrıca, dönmek ve tekerlenmek aynı şey mi diye düşündüm bir an ve hayır sonucuna ulaştım. Döne döne ilerlemek, tekerlenmek olduğuna göre kurduğum cümlede çokta sorun yok bence. Varsa da görmezden geliverin bi' zahmet.)

May 18, 2011

Ne mi oluyor?

Adamın teki, arkadaşından 2 yıl önce aldığı ASLANı -evet evet aslanı- artık çok fazla büyüdüğü gerekçesiyle arkadaşına geri vermek istiyor ve bunun içinde aslanı otomobilinin bagajına atıyor. Ama ne yazık ki evcil hayvanı(?) için çıktığı yolculuğunu tamamlayamadan Bursa'da polise yakalanıyor.

Sonra mesela zabıtanın teki, cafelerdeki çift kişilik koltukların kaldırılması gerektiğini söylüyor ve nedenini soran cafe sahiplerine "Bilmiyoruz.Bize bunu yapmamız söylendi." diyebiliyor. Elinde hiçbir yazılı belge olmadan da diğer cafe sahiplerine ibret olsun diye bir cafenin çift kişilik koltuklarını toplattırıp kırdırttırabiliyor. Ve "Çiftler yan yana oturmasın diye mi?" diye soran insanlara da "Tam üstüne bastınız." şeklinde pişkin cevaplar verebiliyor.

Şehrin göbeğindeki hastanenin teki ise, hastasız ve doktorsuz, yatakları boş bir vaziyette bekliyor. Neyi mi? Sağlık bakanlığının keyfinin gelmesini ve oraya doktor atamasını. Acı olan ne, biliyor musunuz peki? Bu hastanenin Türkan Saylan'ın kurduğu lepra hastanesi olması.

Peki neden bunların hepsi Türkiye'de oluyor? Cevabından tam emin değilim ama her ne oluyorsa artık fazla oluyor.

Meraba,

Ben, okuduğun herhangi bir Rus romanında karşılaşabileceğin o İvanovna soyadlı şahısım.
Ve Neşe, yakında benim yüzümden Rusların yarısından çoğunun bu soyisme sahip olduğunu düşünmeye başlayacak.

May 16, 2011

Dejenere olmuş bir adet 17.

Bende eksik olan şey sanırım cesaret. Özellikle hayatımı etkileyecek olaylarda oldukça korkak davranıp, isteklerimin önüne başka şeylerin geçmesine izin veriyorum. İclal Aydın, Yaz Bitmesin'de diyordu ki; "Hatırlayın... 17 yaşımızda hepimiz kendi istediğimiz şeyi olmak istiyorduk. Anne babamızın olamadıklarını değil." -Cümleyi aynen yazamamış olabilirim ama sonuç olarak bunu diyordu.- Ve ben şu an mantığımın önüne geçip gerçekten istediğim yolda ilerleyemiyorum. Hep bir kaygı taşıyorum içimde. Önceliklerim de bu kaygı doğrultusunda değişiyor. En basitinden bir kitap okuyacakken bile, hangi kitabı okurken güzel vakit geçiririm diye değil hangi kitap bana daha çok şey katar diye düşünmeye başladım. Sonra mesela, hangi meslek beni mutlu eder diye değil hangi meslek beni rahat ettirir diye düşünüyorum artık. Bir şeyler ters gidiyor sanki... Hey! Daha on yedi on yedi on yediymişim ben, tanrım neden bu kadar mantıkçı ve gelecek kaygısı taşıyan biri oldum çıktım?!

Her neyse, bu iç karartıcı yazıdan sonra şu iyi gider; Dino Merlin - Love in Rewind.

May 15, 2011

2011 Eurovision birincisi Azerbaycan ve muhteşem jestleri!

Beklediğim sonuç çıkmadı bu gece. Ben, İsveç veya Danimarka kazanır diye düşmüştüm. Aslında İsveç baya da zorladı birinciliği ama son anda ikinciliği de İtalya'ya kaptırdı -ki bu da benim için büyük sürpriz oldu. Azerbaycan'ın birinci olmasını da kesinlikle beklemiyordum tabii. Çünkü bence şarkıları çok çok iyi değildi ne yazık ki. Yine de bizim bayrağımızla sahneye çıkmaları falan çok hoş ve gurur okşayıcıydı açıkçası.

Benim favorim geçen sene de olduğu gibi Fransa'ydı. Ama kazanamayacağını tahmin etmiştim zaten.



Bunun dışında Finlandiya, Bosna Hersek, İsveç, Estonya, Ukrayna ve Danimarka'nın şarkılarını da beğenmiştim. Ayrıca Blue beklediğim performansı sergileyemedi ne yazık ki.

Son olarak; tebrikler ve teşekkürler Azerbaycan!

May 14, 2011

Rüyam Hayrolsun.

Rüyamda bir öğrenci yurdunda kalıyordum. Kuzenim de vardı. Sonra onunla photoshop yapmaya başladık ama program hata verdi biz de üzülerek kapatıp fotoğraflara bakmaya başladık. Fotoğraflardan birinde, iki tane genç kız dağlık bir yerde arabalarıyla okula gidiyorlardı. (Görünürde okul falan yoktu da, beynim öyle kurguladı o an.) Sonraki karede ise aynı araba -petrol yeşiliydi rengi, koltukları ise bej- uçurumun dibinde, düşmek üzere ve arkasında da buldozerimsi bir araç. Ben direk çığlığı bastım: "Aa! Bu arabanın önünde bizim arabamız vardı o an. Biz gidiyorduk annemle!" diye. (Bu da başka bir rüyadan ama cidden öyleydi.) Sonra "Hadi gidip bakalım" dedim ve kuzenimle oraya gittik. Ama uçurumun kenarı değil, cami gibi bir binanın olduğu gösterişli bir yerdi. Dar yollar vardı, güzel ve eski binalar arasında. Biz de arabamızı oraya parkedip yürümeye başladık. Ama nedense ben elimde pimapen camlara takılan bir sineklik taşıyordum. Kuzenime arabaya dönüp bunu bırakmamız gerektiğini söyledim. Başta "Olmaz kuzen ya araba çizilir." dese de tamam dedi sonra, gittik. Rüyamda hâlâ araba olduğunu sanıyorum ama görüntü itibari ile yüksek ahşap bir kapı ve beyaz duvarlardan ibaret bu "araba". Ve asma kilidi var! asma kilidi açtıktan sonra da iki kilit daha açmalısınız. Kapıyı açıyoruz. İçinden depo gibi bir yer çıkıyor ve bir de yukarı doğru uzayıp giden bir merdiven! Biz sinekliği bırakırken anahtarlardan biri merdivenin arasına düşüyor. Ben alıyorum. 3 anahtar var. İkisini kuzenime veriyorum. Birini ben alıyorum. Tam o anda arkamızda birkaç Nazi askeri beliriyor. Bir şeyler konuşuyorlar, ben de korkuyorum. Sonra beni vuruyorlar. Ölüyorum galiba, sonra uyandım.

Eurovision ya da Örovizyon. Başka bir deyişle: Yuroviijın.

   Sonunda Eurovision gecesi geldi çattı! Açık konuşmak gerekirse, ben bütün yıl bu geceyi bekliyorum. Bu yıl, elenmiş bile olsak yine de merakla izliyor olacağım.
   Eurovision geceleri bizim evin genel görüntüsü her sene aynıdır. Bütün aile izlemeye başlarız ama sonuna kadar dayanıp izleyebilen bir tek ben olurum. Program bittiğinde babam büyük ihtimalle gidip yatmış, annem de koltukta uyuyakalmış olur. Annemi uyandırdığımda söylediği şey de hemen her sene aynı: "Hı? N'oldu? Kazandık mı?"
   Bir de, Eurovision deyince Gülse Birsel'in yazısı gelir aklıma. Tam ne zamandı hatırlamıyorum ama, geçen yazlardan birinde plajda okuduğum, bu yüzden de sayfalarının arasında hâlâ kum taneleri olan ve bazı sayfalarında güneş yağı lekeleri bulunan Yolculuk Nereye Hemşerim? kitabındakı yazısı. Normalde olsa yazmaya üşenirdim ama Gülse'ciğim söz konusuyken -ve ben kitaplarını kim bilir kaç kere tekrar tekrar okumuşken- duramadım, yazdım gitti!

"Yuroviijın Song Kontest!

   Bence 70'li ve 80'li yıllardaki hâlimizi en iyi özetleyen unsurlardan biri Örovizyon Şarkı Yarışması'ydı. Kapalı, az tanınan, yabani bir Türkiye'nin ateşle imtihanı! Kendini anlatamayan, ama anlatmak için ümitsizce çabalayan bir milletin yılda bir kere gelen şansı!

    Niye öyleydi bilmiyorum ama, 70'lerde ve 80'lerde çocuklar için pek mühimdi Örovizyon!
   Şahsen, asıl amacı Avrupa Televizyon Birliği'nin test etmek olan, ama nasılsa milli davamız haline gelen bu şarkı yarışmasını dikkatle takip eder, hatta videoya kaydedip tekrar tekrar izlerdim. Belki dünyanın başka yerlerinde oturan insanların neye benzediğini, nasıl konuştuğunu görmek için.
    Aile efradının en temel eğlencelerinden biri haline gelmiştim bu özelliğimle:
   -Gülse, hadi bu seneki Finlandiya şarkısını söyle bakalım!
   -Nuku pom, nuku pom, nuku pommin lay lay lay lay!
   -Güzel, kaçıncı oldular peki?
   -Sondan altıncı!
   -Şimdi de Hollanda'yı söyle!
   -İk hauuuuu van yauuuuuuuuu!
    Çocukların gerekli bilgileri unutup, gereksiz bilgileri en ince detayına kadar hafızalarında biriktirebilme gibi bir özellikleri vardır.
   Çocuğa sokaktan eve gelmesi gereken saati, ödevini yapmasını, spor çantasını eve getirmeyi hatırlamasını, çarpım tablosunu öğretemezsin! Ama bütün Pokemon ekibinin ismini ve tarihçeleriyle karakter özelliklerini ezbere bilir! Yanılıyor muyum?
Ben de aynen öyleydim işte. Coğrafyayla, tarihle ilgili bir sürü bilgi sınavlar biter bitmez beynimin kara deliğine girip kaybolmuş! Şimdi şimdi okuyarak tamamlamaya çalışıyorum. Ama Dallas'ın bütün karakterleri aklımda! Cliff Barnes'den Kahya Ray'e kadar, ikinci derece önemli olanlar bile. İdolümse Lucy Ewing'di nedense! Ancak ilkokulda bile Lucy Ewing'den daha uzundum ve bu biyolojik "şanssızlık" yüzünden, üçüncü sınıfta Lucy olmaktan vazgeçip Charlie'nin Melekleri'ndeki Kelly'e geçiş yaptım!
   Okulda şarkılarla ilgili kavga edip, birbirimize girdiğimizi hatırlıyorum! Sadece bununla da kalmazdı. O dönemin pop starları arasında Örovizyon'a katılan Avrupalı şarkıcılar olurdu! Johnny Logan konserine gitmişliğim vardır mesela! 12 yaşındaydım. Mahsar Fuat Özkan, Nilüfer ve Johnny Logan'dan oluşan üçlü konser! Şan Sineması'nda. Arada da Çiğdem Tunç çıkıp sunuş yapıyor ve dans ediyor!
   Sadece Johnny Logan olsa iyi. Bir sene Yugoslavya adına katılan Daniel'in bütün genç kızların sevgilisi olduğunu hatırımda. İş o kadar büyüdü ki, adamcağız Türkiye'ye konsere geldi ve gösterilen ilgiye kendisi de şaşırdı.
    Ne yazık ki Daniel'in soyadı Popoviç'ti ve biz Danielseverler olarak, Daniel sevmeyen kızların münasebetsiz esprilerine ancak bir yere kadar dayanabildik! 
   Sadece çocuklar değil, büyükler de duygusal anlar yaşardı Örovisyon geceleri. Bizim şarkı bittikten sonra rakı açanlar, gözleri dolanlar. "En azından Türk insanının böyle çarşaflı falan değil de çağdaş bir kişi olduğunu dünyaya gösterdik"çiler.
     "Göstermek" önemliydi o yıllarda. "Kendimizi" veya "onlara günlerini" göstermek için, Türkiye'nin en kapalı, en uzak, en yabani yıllarında, sadece iki platform vardı: Milli maçlar ve Örovizyon!
Şimdi o yıllara bakınca görüyorum ki, her şeyi bir kenara bırak, hem futbolumuz, hem müziğimiz çok gelişmiş!
    Zira milli maçlarda 3-0 yenilgi bile memnuniyet verici olurdu zaman zaman. Futbolcularımızın birer Beckham kopyası gibi havalı, şık, cool, trilyoner ve manken meraklısı değil, çoğunlukla gayet gariban ve kara kuru olduğu yıllardı.
  Müziğe gelince... Uzun uzun anlatmaya gerek yok, "Opera" desem o dönemi bütünüyle özetleyecektir sanırım!
   Bu "kendimizi anlatma" gayreti, Yurovijın Song Kontest'in tanıtım filmleri bölümünde zirveye çıkardı!
   Alt tarafı şarkıyı tanıtan bir videoklip yahu! Kimi ülkeler sahnede grubun şarkıyı söylemesini çekip gönderirdi. Bizse Türkiye'nin tarihi, turistik, gastronomik ve insani güzelliklerinin hepsini bir araya sığdırmak için kendimizi paralardık. Şak Efes, şak camiler, şak İstanbul silueti, şak Topkapı Sarayı, Kapadokya, Adalar, Anıtkabir, Galata Kulesi, Kızkulesi, plajlarımız, Dolmabahçe Sarayı, şak baklava, şak dansöz, şak şiş kebap! Hatta yetmedi şak Ajda dansöz kıyafetleriyle Topkapı Sarayı'nın damında! Ne oldu, ne bitti, bu kim, ora nere derken şarkı biterdi!
    -Keşke deniz kenarında biraz daha şeyapsalarmış. Hayır, turist gelirdi, adamlar yüzmek istiyor!
    -Bence Pera Palas'ı koymaları lazımdı. Agatha Christie'nin kaldığı otel yani, İngilize çok hitap ederdi.
   Tabii, İngiliz de aniden Pera Palas'ı bizim tanıtım filminde görünce, "Ooo, Agatha Christie'nin kaldığı otel, hemen Türkiye'nin şarkısına oy vermeliyim" diye telefona sarılacak!
    Ki zaten o dönemde telefonla oylama da yoktu. Sanırsam bütün ülkelerde "halk jürisi" dediğimiz, on on iki kişiden oluşan, ülkenin "Yuroviijın karar mercii" puan verirdi!
   Hatırlarsanız bu, diyelim ki on iki kişiden oluşan bizim jüri, şarkı yarışmasının gecesi, haberlerden sonra TRT'de başlayan bir programla ülkeye tanıtılırdı. Halk jürisi(!) kadın ve erkeklerin eşit oranda temsil edildiği, herkesin üniversite mezunu ve profesyonel, ayrıca takım elbiseli veya döpiyesli olduğu, doktor, avukat ve mihendislerden oluşan, genellikle klasik müziği hobi edinmiş bir grup! Halk işte canım! Adeta Türkiye'nin bir kesiti!
    Puanlama sırasında da milli maç psikolojisi yaşanırdı. Küfür, bağırış çağırış, "komşu"ya iyi niyetler!
    Alt katta oturan teyze, puanlama sırasında, tansiyonu yükseldiği için, gidip yatak odasında volta atarak vakit geçirirdi! Beş on dakikada bir gelip, sonuçları öğrenip, "Ahlâksızlar" diye söylene söylene geri giderdi! En başarılı sonucumuz sondan sekizincilik falan olduğu için, hep o teyze haklı çıkar, kimilerince "Vallaha bir daha katılmamak lazım buna" diye de desteklenirdi kendisi. O yüksek tansiyonla hâlâ turp gibi yaşıyor bu arada!
    Onun için de, 80'li yıllarda doğmuş olanlar, Sertab Erener, arkasından Athena başarılarının bizim için ne demek olduğunu anlayamazlar!
    Bu seneki şarkımız çok parlak bulunmadı kimilerince. (Neşe, burada araya girer. Gülse'ciğim burada Rimi Rimi Rey'den bahsediyor.) O kimilerinin arasında ben de varım, hatta en önde bayrak taşıyorum!
    Ama bütün bu anlattıklarımın "anı"ya dönüşeceğinden eminim.
Artık kimse "Politik sebeplerden hakkımızı yediler" demeyecek. Sokaklar Örovizyon geceleri boşalmayacak.     Kimsenin tansiyonu yükselmeyecek. Haftalarca yorum yapılmayacak.
Bir daha hiç 0 puanla sonuncu olmayacağız, olsak da umursamayacağız.
Ve yavaş yavaş, artık hiçbir şey, o zamanlardaki gibi olmayacak."

Benim Eurovision'daki gelmiş geçmiş şarkılarımız içindeki favorim ise bu şarkı:


Şimdiden herkese iyi seyirler.
Bu gece annemle konuşurken konu -nereden açıldıysa- Johnny Depp'e geldi.
Ben- Johnny Depp çok yakışıklı değil mi ama şimdi?
Annem- NE?! (Dünyanın en şaşırtıcı şeyini söylemişim gibi gözlerini açıyor.) Sen de nerede kayık tipli var onu beğenirsin zaten!
Ben- Kayık tipli?!!

May 13, 2011

Garip ama kaşlarım ağrıyor.

Düşünüyorum da; artık sanırım çoğumuz hiçbir yerde tam olarak kendimiz olamıyoruz. Ben olamıyorum en azından. Kendime en yakın olduğum yerde bile yüzüme yapmacık bir gülüş yerleştirmek zorunda kalıyorum/bırakılıyorum. Dahası artık en yakınımdakileri bile tanıyamıyorum. Cidden. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
"Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi."
http://fizy.com/#s/1m2fqx

May 12, 2011

Aramıza mesafa koymanın zamanı gelmişti zaten Mutfak Hatun.

Bundan sonra mutfağa sadece yemek yemek için girmeye karar verdim. Çünkü mutfağımızın şu anki halini görseniz; atom bombası atılmış zannedebilirsiniz. Ve itiraf ediyorum; hepsi benim yüzümden...

Malum LYS'ye sayılı gün kaldı. Okula da gitmiyoruz artık; bi' nevî evde devam ediyoruz maratona. Tabi bunun, evimiz açısından çok olumlu bir şey olduğunu söyleyemem. Zira ben her yeri dağıtıp döküyorum. Odam zaten allahlık, kapıyı zorlayarak anca girebiliyorsunuz -her defasında bir iki kitap sıkışıyor kapının altı ile zemin arasındaki o birkaç santimetrelik boşluğa.- Hatta odanın içine adım attığınızda bir kitaba basma olasılığınız 1den büyük! Olasılık kuralları bile pılını pırtını toplayıp odamdan çekip gitmiş durumda anlayacağınız. Gerçi odamın bu hali yeni bir şey değil ama olsun... Her neyse işte kısa kesecek olursam, bugün de yine evdeyim. Aslında sabah 5'te uyumama rağmen 10'da kendi kendime uyanarak bir ilki gerçekleştirince anlamalıydım bugünün sıradan bi' günden çok uzakta seyredeceğini... Tabi sabah alarmsız ve kendi kendine uyanma konusunda rekor kırınca bi' şapşallaştım herhalde. Kalktım kendime çay demledim -dünden beri aklımdaydı zaten aradan çıksın dedim-. Sonra da karnım acıktı, yanına da omlet yapayım bari dedim. Aslında çok güzel yaparım omleti, bir türlü beceremediğim makarnalarıma benzemez yani. Ama bu defa yağını çok koymuşum, tavada hoplata hoplata çevireyim derken -kime artistlik yapıyorsam artık...- yağ her tarafa sıçradı ve maalesef buna kollarımla eşofmanlarım da dahil. Ayrıca yumurtanın bir kısmını da ocağa döktüm. Yine de etrafa saçtığım yarı malzemeyi saymazsak, omletim şahane oldu. Artık onu yemek için hazırdım ve buna can atıyordum ama hala bir şey eksikti; peynir. -Ben omleti peynirsiz yemem de.- Tam buzdolabını açtıııııııııım peeeeyniiiiiriiiiiii alıyoruuuuğğmmm derkeeeeeen -slow motion gitmedi sanki buraya-  peynir kutusu elimden kaydı ve bir anda parkenin üstünde minik peynir suyu gölcükleri ve aralarında peynir adacıkları oluşuverdi. Ayrıca peynir suyunun bir kısmı da duvara sıçradıktan sonra oradan aşağı doğru süzülerek ortama değişik bir hava kattı. Kısacası manzara şahaneydi. Tabi ben, telefonumu tuvalete düşürdüğümden beri böyle bir şok yaşamamışım, o an aklıma bütün bu karmaşayı elektrikli süpürge ile temizlemek gibi saçma bir seçenek geliverdi. Çok şükür çabucak kendime geldim ve bunu uygulamadım. Gölcüklerin üzerini peçetelerle kapladım ve sonra fillerin suyu emmesini bekledim. Tabi bu arada omletim kendinden geçmiş bir şekilde tabakta beni bekliyordu, çayım da soğumuştu zaten. Peynirsiz de kalmıştım. Yine de bütün bunlar önemli değildi. O an emin olduğum tek şey; akşam annem eve gelince evde olmamam gerektiğiydi.

May 8, 2011

Ne olmuş bir sen gördüysen onu? Ömründe ilk gördüğün erkek o mu? #MİM.

Ancelik tarafından mimlenmişim. Kendisine öpücüklerimi gönderiyorum; çünkü bu defaki mimi gerçekten çok sevdim. Mimin konusu şu: "Her seferinde izlemekten zevk aldığınız, vazgeçemediğiniz Yeşilçam yapıtı hangisidir?" 

Aslında o kadar çok var ki... Turist Ömer ve Hababam Sınıfı Serileri, Ayşecik filmleri, Ah Nerede Vah Nerede, Feride, Yaban, Reisin Kızı, Sev Kardeşim, Aşkımla Oynama, Sezercik, Cemile, Devlerin Aşkı, Mazi kalbimde yaradır, Yeşil Vadi, Delisin... Daha sayamadığım bir sürü harika film. Ve birçoğuyla özdeşleşmiş, en az filmler kadar harika şarkıları... Çoğunu bıkmadan kimbilir kaç defa izlemişizdir...

Ayrıca şüphesiz bütün yeşilçam oyuncuları çok büyük birer sanatçı ama Necla Nazır'ın yeri ayrıdır bende. Çok beğenirdim kendisini gençliğinde. O yüzden favorim de onun filmlerinden biri; Ateşböceği.
Tarık Akan'la da çok güzel bi' ikililerdi bence.




Ha, bu arada Gülşen Bubikoğlu'yla Necla Nazır çok benzemiyorlar mı sizce de?
lal lal lal laa laaalaa delisin delisin delisin (8) :)

ben kesin yine yazıyla alakalı bir başlık bulamıcam, öf ya.

Bu aralar fazla dalgınım. -Bunu, fıkralara konu olabilecek şeyler yapmamdan çıkardım.-
Şöyle ki; geçen sabah uykulu uykulu, elimi yüzümü ve akabinde saçımı yıkamak için banyoya yol almıştım. Bekleyin, buraya kadar her şey normal. İşin garip kısmı saç yıkama faslında. Meğer ben saçımı ıslatmadan şampuanı dökmüşüm. Hatta sonraki birkaç dakikamı da "Allah allah hiç böyle olmazdı. Neden böyle oldu şimdi bu ya?!" diye düşünerek geçirdim ve hayır, sarışın değilim.
Ve şimdi de bu olaydan sadece bir iki gün sonrasına gidelim. Sabah yine her zamanki gibi Neşe, kalkması gerekenden daha geç uyanır. Hatta öyle ki; dersin başlamasına 10dk kalmıştır. O aceleyle giyinir, çantasını takar koluna ve okula yol alır. Derse de geç kalır haliyle. Sırasına oturur ve montunu çıkarır. O an karşı sırasındaki kızın kendisine bir şeyler söylediğini farkeder. Farkeder etmesine de beyninin algılama yetisinin bulunduğu lobu hala uykudadır. O idrak etmeye çalışadursun, bu defa da öğretmeni bir şeyler söylemeye ve gülmeye başlar kendisine. Neşe de kafasını bir eğer ki, dann! Gömleğinin sadece en üstteki tek düğmesi ilikli diğer hepsi açıktır. Montuyla kapar hemen önünü, gerçi içinde başka t-shirt de vardır -frikiğe mahal vermemiştir yani- ama rezil olmuştur bir kere. Öğretmeninin "Tamam ben bakmıyorum utanma giyin sen ehehehehe." şeklindeki sözlerine aldırmayarak kızarık yanaklarıyla düğmelerini ilikler, adam olur.
Ayrıca TTNET'e de buradan sitem etmek istiyorum. Son 5dakikada 7 kere msn'den düştüm, yeter lan eşek sıpası.

May 1, 2011

-

En kötüsü, yaptığınız onca hatalı seçimden sonra artık doğru olduğuna inandığınız kişiyle aranızda kilometreler oluşu.

Sıfır Santigrat'a dair bir adet mim.

Mim için uykucukız ve deep'e bolca teşekkürler .


Konu, blogumu açma hikayem olunca ben de girip bi profilime baktım ve şu tarihten beri bloggerdaymışım: Ağustos 2007. Zaman ne çabuk geçiyor ya neredeyse 4 koca sene olmuş bu blogu açalı (eski toprak sayılırım ben, ona göre=p).


Benim hikayem biraz garip sayılabilir aslında. 5,6 sene önce falan tesadüfen bir bloga ulaşmıştım, google görsellerde arama yaparken. O blog da çok hoşuma gitmişti. Hele de blog sahibi yaşıtım bir kız olunca beni iyice cezbetmişti. Sürekli gizli gizli okuyordum onu ama bir yerden sonra artık yorum yazma ihtiyacı hissetmeye başladım. Bu yüzden blogger'a kaydoldum ben de. Yazmak istiyordum ama ne yazabileceğim konusunda çok emin değildim. Liseye başladığım yıl artık bu blogu adam etmeye karar verdim. Ama yazdıklarım bugünkülerden çok farklıydı aslında -ki sonradan bir kısmını da sildim. O an ne hissediyorsam, aklımdan ne geçiyorsa yazıyordum sadece. Sonra birkaç kişi geldi tesadüfen bloguma ve ben de başka blogların varlığını keşfetmeye başladım. Aslında ben bu blog ile büyüdüm diyebilirim. Sonradan başka bloglar da açtım tabi ama bu blogun yeri ayrı sanırım. 
Benim hikayem de böyle işte:)


Bu defa da ben mimliyorum seni Dante:)