Bana çocukluğumda öğretilen şeylere inanmıyordum, ama inandığım bir şeyler vardı. Neye inandığımı ise hiç anlatamıyordum.
(...) ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.
(...) infaz (...) günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı. (...) Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez.
Bunları niçin yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım.
"Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?"
Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu.
Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum.
Ne istediğimi kendim bile bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum.
Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altından uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu...
Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye?
Ama ben ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şey de gelmeyen birisi gibi.
Soru şuydu: "Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?"
Farklı bir yoldan söyleyecek olursak soru şöyleydi: "Niçin yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı bir istek duyayım, niçin herhangi bir şey yapayım?" Soru şu şekilde de ifade edilebilir: "Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?"
Filozof bendeki ve var olan her şeydeki o var oluşun özüne ister "idea", ister "töz", ister "ruh", ister "irade" desin, aslında hep aynı şeyi söylemektedir. O şey şudur: Bu öz vardır ve ben bu özden oluşmuşumdur, ama bu özün neden var olduğunu -eğer tam bir düşünürse- filozof bilmez ve söylemez. Ben de şöyle soruyorum: "Bu öz niçin var olmak zorunda? Bu özün var olması ne gibi sonuçlar doğurur ve de doğuracaktır?" Felsefe bu soruları cevaplayamadığı gibi kendisi de zaten sadece bu soruyu sormakla yetinmektedir. Ve eğer bu, gerçek felsefenin kendisiyse, bütün çabası bu soruyu apaçık bir dille sormaktan ibaret olacaktır. Bu vazifesine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ettiği sürece de, "Ben kimim ve evren nedir?" sorusuna, "Her şey ve hiçbir şey." ve de "Niçin?" sorusuna "Bilmiyorum!"dan başka yanıt veremez.
(...) ancak bu alandaki bütün zihinsel çaba sadece benim soruma yönelmiş olmasına karşın, ortada bir cevabın olmayışı ve insanın bir cevap yerine sadece daha karmaşık bir biçimde sorunun tekrar kendisini elde edişidir.
(...) hayatın kötülüklerin başı olduğuna karar verdi.
Gerçekten de, yaşamın oluştuğu, hakkında hiçbir şey bilmediğim en eski zamanlardan beri insanlar benim görebildiğim yaşamın o anlamsızlığının farkında olarak yaşayageldiler ve gene de yaşama bir takım anlamlar atfettiler. İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. İçimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından icat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. "Yanlış olan bir şey var!" dedim kendime. "Bir yerlerde büyük bir hata yaptım." Ancak nerede hata yaptığımı anlamam çok zamanımı aldı.
Bu akıl dışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey.
Kimim ben?(...)
İnsanlığın bu soruyu kendisine sadece dün sormuş olması mümkün müydü? Benden önce herhangi birisinin kendisine bu kadar basit olan, her zeki çocuğun dilinin ucuna geliverecek o soruyu sormuş olması mümkün değil miydi?
(...) bana hep yakın gelmiş olan, Hıristiyanlığın (...)
Bu insanların itikatlarının benim aradığım inanç olmadığını ve inandıkları şeyin gerçek bir inanç olmayıp hayattan Epikürcü bir yaklaşımla bir teselli bulmak olduğunu anladım.
"Hayat kötülük ve saçmalıktan ibarettir" yanıtı sadece benim kendi hayatımla ilgiliydi, bütün insanlığın varoluşuyla ilişkili değildi.
"(...) insanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yapıp ettikleri şeyler fena şeylerdir (...)"
Eğer çıplak, aç bir dilenci sokaklardan alınır da güzel bir kuruma ait bir binaya getirilir, orada kendisine yiyecek içecek verilir ve bir kolu aşağı yukarı hareket ettirmekle yükümlü kılınırsa, açıktır ki, niçin sokaklardan alınıp getirildiğini, kolu niçin hareket ettirmesi gerektiğini, ya da o kurumun tamamen mantıklı bir düzene sahip olup olmadığını sorgulamadan önce, dilenci ilk olarak o kolu hareket ettirmelidir. O kolu hareket ettirirse kolun bir pompayı çalıştırdığını, pompanın su çektiğini ve o duyun bahçedeki tarhları suladığını görecektir. Sonra o dilenci pompa istasyonundan alınıp meyve toplayacağı ve efendisinin cennetine gireceği bir başka yere götürülecektir. Aşağı işlerden daha yüksek işlere terfi edilerek kurumun düzenini gitgide daha iyi anlayacak ve bu düzen içinde yer aldığı sürece niçin orada olduğunu sorgulamayacak ve efendisine asla serzenişte bulunmayacaktır.
Demek oluyor ki, O'nun isteğini yerine getirenler, bizim "sığır" diye nitelendirdiğimiz o basit, cahil, emekçi halk efendisine şikayette bulunmuyor. Ama biz bilgeler efendinin yemeğini yiyip onun bizden istediklerini yapmıyoruz da onu yerine bir daire etrafında oturmuş şunu tartışıyoruz: "Bu kolu ne diye hareket ettirmek lazım? Bu aptalca bir şey değil mi?" Bu şekilde bir karara varıyoruz. Efendinin aptal olduğuna, ya da var olmadığına ve kendimizin bilge olduğuna karar veriyoruz. Bunun şu sakıncası oluyor: Hiçbir işe yaramadığımızı ve bir şekilde yaşamlarımıza son vermemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Gerçi Tanrı'nın varlığının kanıtlanamayacağına gayet ikna olmuş durumdaydım (Kant böyle bir şeyin kanıtlanamayacağını göstermişti ve ben de onu çok iyi anlamıştım.), ancak gene de Tanrı'yı arıyor, bulmayı umuyor ve eski bir alışkanlıkla, aradığım ama bulamadığım o şeye dua ediyordum.
Ancak ben ne kadar dua ettiysem, O'nun beni işitmediğini ve çağrımı kimsenin muhatap almadığını o kadar iyi anladım.
Ancak çeşitli açılardan, tekrar ve tekrar, yeryüzüne herhangi bir sebep ya da anlam olmaksızın gelmiş olamayacağım sonucuna varıyordum.
İşin en kötü tarafı da kendimi öldüremeyeceğimi hissediyor olmamdı.
"Daha ne arıyorsun?" diye haykırdı içimdeki bir ses. "Bu O. O, onsuz yaşanılamayandır. Yaşamak ve Tanrı'yı bilmek aynı şeylerdir. Tanrı varoluştur."
"Tanrı'yı arayarak yaşadın mı, bir daha Tanrısız yaşayamaz olursun."
(...) her inancın özünü, yaşama, ölümün ortadan kaldıramayacağı bir anlam yüklemek oluşturur.
(...) din bilimin kendisi gerçekte var etmesi gereken şeyi yok etmekteydi.
Her türden farklı inanca mensup en seçkin din adamları bana hakikate kendilerinin sahip olduğuna, diğerlerinin yanılgı içinde olduklarına ve onlar için tek yapabilecekleri şeyin dua etmek olduğuna inandıklarının dışında başka bir şey anlatmadılar.
Hakikat niçin Lüteriyencilikte ya da Katoliklikte değil de Ortadokdlukta olsun?
Kendisine Hıristiyan diyen bütün o insanların yaptıkları her şeye dikkat kesildim ve dehşete kapıldım.
"Bak ve aklında tut!"