Jul 29, 2013

Yaşlılık hissiyatı denen şey bulaşıcı vesselam.

Şu an yatağımda oturmuş, bir yandan günlük yazıp bir yandan tesadüfen eski bir kutudan çıkan Sertab Erener kasetini dinlerken; babam da duvarımı boyamakta. Neden? Çünkü duvara astığım LOTR haritası düşmüş ve beraberinde birazcık boyayı da duvardan sökmek suretiyle götürüvermiş. Bence o kadar kötü değildi ama babam inat etti bir kere. Oradan başlayıp tüm odayı elden geçirmek asıl amacı, biliyorum. Ama ne önemi var ki tüm bunların? Sanırım yetişkinler için ev çok, çok önemli bir şey. Duvarım eski haliyle daha güzeldi, onu özlüyorum. Şimdi her şey sanki ben o duvara hiç poster asmamışım gibi, ne kötü.

Bu Sertab denen kızın da pek güzel sesi varmış, yakında iyiden iyiye ünlenir. 
Demedi demeyin.

Jul 19, 2013

All is Wild, All is Silent bir albüm için güzel isim. Ama gerçekte öyle olmak zorunda değil. Hiç değil.

Tek işimin yürümek olduğu bir gün, İstiklal.
Yanıma engelliler için gazete satan biri yaklaşıyor ve her gün kaç kişiye sıraladığını kestiremediğim klasik girizgahıyla lafa başlıyor. Yüzünü hatırlıyorum. Başka bir gün de yanıma gelip benimle yürümüştü. O zaman da gazete satıyordu ama almam için zorlamamış, hatta teklif bile etmemişti. Sadece adını söylemiş, yaptığı şeylerden, okulundan falan bahsedip ona yardım edip edemeyeceğimi sormuştu. Ne dediğimi hatırlamıyorum ama sonuç olarak yardım etmeyip yoluma devam etmiştim. O gün tekrar görünce merhaba deyip ismiyle hitap ettim. Afalladı ilk başta. Sonra "Hayret! İnsanlara ismimi söylemem ama sana söylemişim demek ki." deyip yardım edip edemeyeceğimi sordu. Önümde duran -muhtemelen boş geçecek- saatlere bakıp yardım edebileceğimi söyledim. Daha öncesinde neden gazete satanlardan gazete almak istemediğimi anlatmıştım ona: Birilerine yardım etmek istiyorsam, bunu gönüllü kuruluşlara giderek ya da bizzat yapabilirdim. Yardım için, bu işi büyük oranda çıkar amaçlı yapan insanlara güvenmiyordum.

O, insanlara gazete satmaya çalışırken yanında dikiliyordum öylece. Para vermeyi kabul etmeyen insanların arkasından veya yüzüne hakaret ederken, gazete alanlara çoğu zaman teşekkür bile etmeden yanlarından ayrılınca onları cahil olmakla itham ediyordu. Yaptığı şeyi doğru bulmadığımı söylediğimde gülüp geçiyordu. Ara sıra "Bu dağıtım iznimiz." diyerek bir belge gösteriyordu insanlara. Bir ara alıp dosyanın içine baktım, onun fotoğrafı vardı ama ismi farklıydı. "Bu sahte, değil mi?" dedim. "Tabii ki kızım." dedi. Kızım diye hitap edilmesinden ne kadar rahatsız olduğumu düşünmemeye çalışarak, "Gazete için fazladan toplanan paralar nereye gidiyor?" diye sordum. "Gazete iki buçuk lira, üstü de benim." dedi. On, yirmi lira aldığı insanları düşündüm. "İğrenç." diyebildim sadece, "Öyle düşünme, 9-10 tane tekerlekli sandalye aldık." diye karşılık verdi. "Bu da sizin vicdan rahatlatma yönteminiz." dedim, "Evet." diye cevapladı. Soru sormamıştım. Ne düşünüyorsam her şeyi açıkça söylüyordum, -öyle görünmüyordu ama içten içe- sanırım rahatsız oldu. Bir süre sonra "Çok safsın. Bu dünyada yolunmazsan yolunursun. Evet, bu işi yapıyorum ve bu yüzden ben buradayım, sen burada." dedi kendi için yüksekte bir yeri işaret ederken benim için aşağıları göstererek. "O sadece senin gördüğün." dedim ve gitmek istediğimi söyleyip ayrıldım yanından.

Peki bunu neden şimdi anlatıyorum? 
Az önce, bu seneki film festivalinde izlemek istediğim ama gidemediğim, sonra Aylak Kedi'nin blogunda görüp anımsadığım filmi, Inch'Allah'ı izledim. Sonrası boşluk. Uzun zamandır aynı şeyi düşünüyorum, insanları. Film de, anlattığım olay da yine aynı kapıya çıktı.
İnsanları düşünüyorum.
Bazen düşünmek canımı acıtıyor.

Adım Neşe. On dokuz yaşındayım. Ailem Bulgaristan doğumlu ama onlara Bulgar diye hitap ederseniz alınır, kırılır, hatta kızarlar. Ve onlara böyle hitap ettiğinizde size Türk olduklarını söyleyecek, soylarının "ilk Türkler"e dayandığını iddia edeceklerdir. Neticede, Türk'üm. Türk vatandaşıyım ve Türkiye'de doğdum. Küçüklüğümden beri (burada aşağılanıyor gibi görünmemeleri için açıkça yazmayacağım) bazı etnik kökenlere ve dini inanışlara sahip insanlarla evlenmemem konusunda defalarca uyarıldım. 

Ben sanırım son on dokuz yılda hiçbir şey öğrenemedim. 

Zira bütün bunların ne anlama geldiğini anlamıyor, anlamak istemiyorum. Çünkü bütün bunların bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Türk olmak ve başka bir millete mensup olmak arasındaki farkın, farklı ülke sınırları içinde doğmuş olmaktan ileri gittiğini düşünmüyorum. Aynı şekilde tamamen şans itibariyle sahip olduğumuz şeylerde övünülecek bir taraf da göremiyorum.

İnsanları düşünüyorum.
Tek tek, her birini.
Her birimizi.
Dünyada nasıl bir arada yaşadığımızı, birlikte değil. Yaşamak için kurduğumuz düzeni. Yaşamak için bizden çok öncekilerin kurduğu düzene nasıl da itaat ettiğimizi. Şansı. Şanssız olanların çektiği acıları. Aklım, bütün bunları görmezden gelmeyi almıyor artık. Bu dünyanın her karış toprağı hepimizinken, aynı ülke sınırları içinde doğup aynı ülke sınırları içinde ölenleri düşünüyorum. İçim bir kez daha acıyor.

Bunu, yazının bundan sonrasında yazacağım şeyler için söylemiyorum ama çok uzun zaman önce aldığım bir karar var: Bu blogda siyasi içerikli bir yazı yazmayacaktım. Hem siyasetten nefret ediyor hem de buraya yazmayı gereksiz buluyordum. Her zaman "Bir şeyden memnun değil misin? Sokağa çık."cılardan oldum çünkü ve sokağa çıktım. Her protestoda, benimle birlikte yürüyenleri gördükçe bir şeylerin değişebileceğine dair umutla doluyor; değişmediğini gördükçe kahroluyordum. Kendimi tam anlamıyla işe yaramaz hissediyordum. En son, Gezi Parkı olaylarında benimle birlikte sokağa çıkmış insanlar arasındaki direnişi ve yardımlaşmaya tanık oldum. İçimde bir şeyleri değiştirebileceğimize dair hâlâ daha yanmakta olan o minik alev, körüklendi, kocaman oldu. Ve insanlara yeniden inanmak istedim.

Saf olmakla ilgili bir problemim yok, saf olabilirim veya saf olarak nitelenmeyi kabul edebilirim. Yine de hâlâ inanıyorum ve inanmaya devam edeceğim; çıkar gözetmeden yardımlaşabilen, biz-siz-onlar diye ayrılmayacağımız bir topluma.


Jul 12, 2013

OldeuBoi versus OldBoy 2013 remake: Challenge accepted.

OldBoy'dan önce, bu yağmura-mükemmel-derecede-yakışan-soundtrackiyle tanışanlardanım ben. Niye bilmiyorum, bazı anlar, hiçbir önem arz etmese de tüm ayrıntılarıyla birlikte zihnime öylece kazınıveriyor. Öyle bir andı. Blogspot'un popüler -hatta en popüler- olduğu zamanlar, bolca jelibonlu bir blogta dolanırken, bloğun yan tarafındaki minik musicons gadgetı sayesinde tanışıyoruz The Last Waltz ile ve galiba dışarıda da yağmur havası var o an -veya belki de beynim anı, o şekilde yorumlamak istiyordur, şu an çok emin olamıyorum.

The Last Waltz'ı o kadar beğeniyorum ki; hemen günlerce -hatta aylarca- hiç durmadan aynı şarkıyı dinleyebilme özelliğim devreye giriyor. Bir süre bıkmadan dinliyorum. Sonra yetmemeye başlıyor. Daha fazlasını istiyorum. Ve kaçınılmaz son: Filmi izliyorum.

Bütün çekik gözlüleri aynı kişi sanma prensibim doğrultusunda oyuncuların yüzleri o kadar benzer geliyor ki, flashbacklerde özellikle, hepten kafam karışıyor kim kimdi diye. Bir yandan da kurguyu kaçırmamaya çalışıyorum. Arada çalan diğer müzikler de hoşuma gidiyor, öyle sahneler var ki empati manyağı biri olarak empati yapmamak için kendimi zorluyorum adeta; hani Testere filmlerinde falan, kurban psikolojisine girmişliğim çok çünkü. Sountrackinin mükemmelliği beklentimi o kadar yükseltmiş ki bir türlü tatmin olamayıp "On üzerinden en fazla yedi, yedi buçuk." diye geçiriyorum aklımdan film boyunca. Ta ki, o son noktaya gelene kadar. Filmin sonu değil bahsettiğim, izlemiş olanlar anlayacaktır bahsettiğim şeyi. Şimdi düşününce öyle asla-tahmin-edilemez, karmaşık bir durum yok ortada. Ama olaylar o kadar başarılı bir kurguyla sunulmuş ki, tahmin etmek güçleşiyor. Bir yandan "Nasıl düşünemedim ben bunu?" cümlesi kafamda dönerken, bir yandan da feci şekilde rahatsız oluyorum durumdan. Film beni ciddi anlamda rahatsız ediyor. Baştan sona var olan bir rahatsızlık aslında söz konusu olan ama işte o noktada, tavan yapıyor, katlanılmaz hale geliyor. Yine de kapamıyorsun, izlemeye devam ediyorsun, garip. Beğenmemezlik de edemiyorsun aslında ama işte on üzerinden puanlamaya kalkınca, kalıyorsun öylece. Çünkü bence puanlanabilecek bir film değil.

Şimdi.
Asıl konuya geliyorum: Hollywood'un el attığı OldBoy yeniden yapımı.
Bu noktada sorulması gereken soru şu: NE GEREĞİ VAR? Aslı zaten yeterince başarılıyken, cidden, ne gereği vardı? 
Trailerından da anlaşılacağı üzere, görünürde sıradan bi' gerilim & aksiyon filminden pek de bir farkı yok üstelik bu 2013 versiyonunun. Neyse, daha film çıkmadan çok da giydirmek istemiyorum lakin çok çok süper bir şey ortaya çıkarmamışlarsa şayet, bol bol söyleneceğim. Çünkü hakikaten mantıklı tek bir açıklaması yok, para haricinde. 
E bundan para kazanıcan da n'olucak be abim? Yaz sen de orijinal bir senaryo, keyfimize bakalım.

Jul 7, 2013

Günlük tutma anlayışım üzerine;

Ve çok çirkin yazmış oluşum gerçeği.
Ve çok çirkin,
yazmış oluşum gerçeği.
ZBAM!

Jul 4, 2013

post (never published)

Bugün son derece spontane gelişen bir şeyler üzerine liseden birkaç arkadaşımla buluştum. Sandığımın aksine bu, bana o kadar da kötü gelmedi. Lakin yine de fikirsel manada daha da uzaklaştığımızı görmek üzücüydü. Artık çoğu alanda farklı düşünüyorduk çünkü ben artık bu şehre ayak uydurmak ve onun doğrularına göre yaşamak istemiyordum. Ve ben aslında bunu hiçbir zaman istememiştim. Onlar ise şimdiye kadar burasının bende uyandırdığı kaçıp gitme isteğinin farkına bile varmadan bu şehre daha da yakınlaşmışlardı.

İnsanların yaşadıkları çevreden ve bir arada bulundukları diğer insanlardan etkilenmesine artık toplumsal bir gerçek gözüyle bakılabilir sanıyorum. Peki ben neden ve nasıl bu gerçeğin dışında kalmışım? Bunca yılı bir kapsül içinde insanlardan ırak geçirmiş gibiyim. Neredeyse yirmi yıldır yaşadığım yer, bana hemen hemen hiçbir şey katmamış. Ailem başta olmak üzere, bana bir şeyler "aşılamaya" çalışmış herkesten kaçmışım. (Ya da durun, kaçmadım. Hepsini dinledim. Ama asla kabul etmedim. Belki biraz uygun bulsam, kabul edebilirdim de üstelik.) Sanırım şimdiye kadar bende süregelen bu etrafındaki-onca-kişiye-rağmen-yalnız-olma hissiyatının ana sebebi de bütün bunlardı. 

Jul 3, 2013

İtiraflarım: Ölü bir adamın içimde yaşayan düşünceleri.

Bana çocukluğumda öğretilen şeylere inanmıyordum, ama inandığım bir şeyler vardı. Neye inandığımı ise hiç anlatamıyordum.

(...) ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.

(...) infaz (...) günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı. (...) Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez.

Bunları niçin yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım.

"Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?"

Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu. 

Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum.

Ne istediğimi kendim bile bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum. 

Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altından uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu...

Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye?

Ama ben ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şey de gelmeyen birisi gibi.

Soru şuydu: "Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?"

Farklı bir yoldan söyleyecek olursak soru şöyleydi: "Niçin yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı bir istek duyayım, niçin herhangi bir şey yapayım?" Soru şu şekilde de ifade edilebilir: "Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?"

Filozof bendeki ve var olan her şeydeki o var oluşun özüne ister "idea", ister "töz", ister "ruh", ister "irade" desin, aslında hep aynı şeyi söylemektedir. O şey şudur: Bu öz vardır ve ben bu özden oluşmuşumdur, ama bu özün neden var olduğunu -eğer tam bir düşünürse- filozof bilmez ve söylemez. Ben de şöyle soruyorum: "Bu öz niçin var olmak zorunda? Bu özün var olması ne gibi sonuçlar doğurur ve de doğuracaktır?" Felsefe bu soruları cevaplayamadığı gibi kendisi de zaten sadece bu soruyu sormakla yetinmektedir. Ve eğer bu, gerçek felsefenin kendisiyse, bütün çabası bu soruyu apaçık bir dille sormaktan ibaret olacaktır. Bu vazifesine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ettiği sürece de, "Ben kimim ve evren nedir?" sorusuna, "Her şey ve hiçbir şey." ve de "Niçin?" sorusuna "Bilmiyorum!"dan başka yanıt veremez. 

(...) ancak bu alandaki bütün zihinsel çaba sadece benim soruma yönelmiş olmasına karşın, ortada bir cevabın olmayışı ve insanın bir cevap yerine sadece daha karmaşık bir biçimde sorunun tekrar kendisini elde edişidir. 

(...) hayatın kötülüklerin başı olduğuna karar verdi.

Gerçekten de, yaşamın oluştuğu, hakkında hiçbir şey bilmediğim en eski zamanlardan beri insanlar benim görebildiğim yaşamın o anlamsızlığının farkında olarak yaşayageldiler ve gene de yaşama bir takım anlamlar atfettiler. İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. İçimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından icat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. "Yanlış olan bir şey var!" dedim kendime. "Bir yerlerde büyük bir hata yaptım." Ancak nerede hata yaptığımı anlamam çok zamanımı aldı. 

Bu akıl dışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey.

Kimim ben?(...) 

İnsanlığın bu soruyu kendisine sadece dün sormuş olması mümkün müydü? Benden önce herhangi birisinin kendisine bu kadar basit olan, her zeki çocuğun dilinin ucuna geliverecek o soruyu sormuş olması mümkün değil miydi?

(...) bana hep yakın gelmiş olan, Hıristiyanlığın (...) 

Bu insanların itikatlarının benim aradığım inanç olmadığını ve inandıkları şeyin gerçek bir inanç olmayıp hayattan Epikürcü bir yaklaşımla bir teselli bulmak olduğunu anladım.

"Hayat kötülük ve saçmalıktan ibarettir" yanıtı sadece benim kendi hayatımla ilgiliydi, bütün insanlığın varoluşuyla ilişkili değildi.

"(...) insanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yapıp ettikleri şeyler fena şeylerdir (...)"

Eğer çıplak, aç bir dilenci sokaklardan alınır da güzel bir kuruma ait bir binaya getirilir, orada kendisine yiyecek içecek verilir ve bir kolu aşağı yukarı hareket ettirmekle yükümlü kılınırsa, açıktır ki, niçin sokaklardan alınıp getirildiğini, kolu niçin hareket ettirmesi gerektiğini, ya da o kurumun tamamen mantıklı bir düzene sahip olup olmadığını sorgulamadan önce, dilenci ilk olarak o kolu hareket ettirmelidir. O kolu hareket ettirirse kolun bir pompayı çalıştırdığını, pompanın su çektiğini ve o duyun bahçedeki tarhları suladığını görecektir. Sonra o dilenci pompa istasyonundan alınıp meyve toplayacağı ve efendisinin cennetine gireceği bir başka yere götürülecektir. Aşağı işlerden daha yüksek işlere terfi edilerek kurumun düzenini gitgide daha iyi anlayacak ve bu düzen içinde yer aldığı sürece niçin orada olduğunu sorgulamayacak ve efendisine asla serzenişte bulunmayacaktır. 

Demek oluyor ki, O'nun isteğini yerine getirenler, bizim "sığır" diye nitelendirdiğimiz o basit, cahil, emekçi halk efendisine şikayette bulunmuyor. Ama biz bilgeler efendinin yemeğini yiyip onun bizden istediklerini yapmıyoruz da onu yerine bir daire etrafında oturmuş şunu tartışıyoruz: "Bu kolu ne diye hareket ettirmek lazım? Bu aptalca bir şey değil mi?" Bu şekilde bir karara varıyoruz. Efendinin aptal olduğuna, ya da var olmadığına ve kendimizin bilge olduğuna karar veriyoruz. Bunun şu sakıncası oluyor: Hiçbir işe yaramadığımızı ve bir şekilde yaşamlarımıza son vermemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Gerçi Tanrı'nın varlığının kanıtlanamayacağına gayet ikna olmuş durumdaydım (Kant böyle bir şeyin kanıtlanamayacağını göstermişti ve ben de onu çok iyi anlamıştım.), ancak gene de Tanrı'yı arıyor, bulmayı umuyor ve eski bir alışkanlıkla, aradığım ama bulamadığım o şeye dua ediyordum.

Ancak ben ne kadar dua ettiysem, O'nun beni işitmediğini ve çağrımı kimsenin muhatap almadığını o kadar iyi anladım.

Ancak çeşitli açılardan, tekrar ve tekrar, yeryüzüne herhangi bir sebep ya da anlam olmaksızın gelmiş olamayacağım sonucuna varıyordum.

İşin en kötü tarafı da kendimi öldüremeyeceğimi hissediyor olmamdı.

"Daha ne arıyorsun?" diye haykırdı içimdeki bir ses. "Bu O. O, onsuz yaşanılamayandır. Yaşamak ve Tanrı'yı bilmek aynı şeylerdir. Tanrı varoluştur."

"Tanrı'yı arayarak yaşadın mı, bir daha Tanrısız yaşayamaz olursun."

(...) her inancın özünü, yaşama, ölümün ortadan kaldıramayacağı bir anlam yüklemek oluşturur.

(...) din bilimin kendisi gerçekte var etmesi gereken şeyi yok etmekteydi.

Her türden farklı inanca mensup en seçkin din adamları bana hakikate kendilerinin sahip olduğuna, diğerlerinin yanılgı içinde olduklarına ve onlar için tek yapabilecekleri şeyin dua etmek olduğuna inandıklarının dışında başka bir şey anlatmadılar. 

Hakikat niçin Lüteriyencilikte ya da Katoliklikte değil de Ortadokdlukta olsun?

Kendisine Hıristiyan diyen bütün o insanların yaptıkları her şeye dikkat kesildim ve dehşete kapıldım.

"Bak ve aklında tut!"