İlkokulda "Çocuklar ellerinizi sık sık yıkamalısınız." diyen sınıf öğretmenimize "Hocam bir çocuk elini çok yıkamaktan ölmüş, gazetede okumuştum." demiştim. Yıkanmayı çoğu çocuk sevmez de ben bariz pislik seviciymişim. Ayrıca, ilkokulda her hoca biraz öğretmendir.
Aynı sınıfta başka bir derste sesli kelimeler konusu işlenirken, eşsesli kelime olan aylara örnek olarak temmuzu vermiştim. Temmuzun diğer anlamı sorulunca da pikniklerde ısı kaybını önlemek içine çay kahve doldurulan nesne demiştim. Termosun ne olduğunu öğrenmemin hikayesi de işte budur. Bugünlere kolay gelmedim.
O sınıftan hiçkimseyle artık görüşmüyor oluşum şimdi düşününce çok normal geliyor.
Bu da bonus olsun: 4. sınıfta İngilizce sınavında anlamı sorulan "cat" kelimesinin bir anlamının olmadığını iddia etmiştim. 3. sınıfta daha yabancı dil kursuna başlayan biri olarak tabii ki ben bilecektim cat diye bir şey İngilizce'de var mı yok mu..... Sınav sırasında hocayla iddialaşmalarım arkadaşlarımı güldürmüş olsa da sınavdan sonra bir anda aklıma anlamının kedi oluşunun gelmesi bana garip duygular yaşatmıştı.
Feb 14, 2015
There's no such a thing as friend.
Jan 31, 2015
Üzülecek çok şey var ve böyle düşündüğüm için dev bir gerizekalıyım.
Yedi yıl önce başlattığım savaşın hakkını vermeye bugünden itibaren başlıyorum. Ve hiçkimse ama hiçkimseye söz hakkı tanımıyorum. Yalnızım ve zaten tek başıma savaşmak istiyorum. Sonuna kadar! Bunu da istediğimi kazanana kadar meydana gelebilecek güçsüz hissettiğim anlarda kendimi koyvermemek için yazıyorum. Her şeyi görüyor, biliyor ve KABUL EDİYORUM.
ya da gerek yok buna, ben fazlaca düşünüyorum zaten
Bolca düşünce anısı, kendime ait. Bir yandan insanları öylece seviyorum ve geçmişi. Tüm bunlar güzel çelişkiler ve hiçbir anlamı yok. Bazen mutlu olduğuma çok inanıyorum ve bir dili kullanmak istemiyorum.
Jan 17, 2015
neyi sorgulamaya kalksam, sonu şuraya varıyor:
her şey delicesine anlamsız.
Uzunca bir süre için hayattan tek beklentim, hem okula hem müziğe yeterince vakit ayırabilmek. Amma ve lakin, taşınma masrafları yüzünden yeni bi' piyano almak için ayırdığım paranın bir kısmını harcamak zorunda kaldım. Yani şu anki evimde pratik yapabileceğim bir piyanom yok. Dahası, yazın kolumu üç kez üst üste kırma başarısını gösterdiğimden uzun süredir doğru düzgün kendimi verip çalışmadım da. Birkaç kere nota çalışmayı denedim, bir kere de akademiye gidip bir saat kadar çaldım ama yeterli motivasyonu sağlayamıyorum bu şekilde. Kafamda fazlaca şey var. Bunlardan en önemlisi yegane finansal desteğim diyebileceğim annemin işten çıkarılmış oluşu. Hem maddi hem manevi anlamda kafamı yoran bir şey bu, zira annemin kendini çok iyi hissetmediğine direkt tanık oldum ve böyle hissetmesi, isteyeceğim son şey.
Ama artık bir şeyleri ertelemekten de çok sıkıldım. Sonsuza kadar beklesem de bir şey olacağı yok çünkü.
Sömestrda hiç yoktan harcadığım para kadarını kazanabileceğim bir iş bulmalı ve daha çok çalmalıyım. Dönem başladığındaysa, aldığım tüm dersleri adamakıllı vermeli ve daha da çok çalmalıyım. Bütün bunlar yapamayacağım şeyler değil. Hatta çoğu insanın problemleriyle kıyaslanınca basit bile kaçıyor bana kalırsa.
İlk yapacağımsa bırakmayı düşündüğüm yarınki ders için gece sabahlayıp sabahın 9'undaki sınava yetişmek. VE GEÇMEK.
Amına koyim Neşe, hayat o kadar da zor değil. Yap şunu.
Zaman geçtikçe bünyede zuhur eden o sanki hiçbir şeye vakit kalmıyormuşluk hissi, yine zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyor sanki. Tüm bu keşmekeş içinde arada durup çocukken birlikte saatlerini, günlerini, haftalarını öldürmekten çekinmediğin insanlara bakıyorsun; hepsi bir yerlere yetişmeye çalışıyor sanki. Sonra dönüp kendine bakıyorsun, ulan aslında sen de çok meşgulsün. Öyle olman gerekir yani; çünkü senin de sürekli acelen var. Bir teslim bitiyor, hop öbür proje, proje bitiyor yok bok püsür. Ama aslında hiçbir şey yapmıyorsun. Ben en azından, bir şey yapıyormuş gibi hissetmiyorum. Bir sürü şey yapıyorken üstelik, hiçbir şey yapmıyorum. Az önce en son ne zaman tamamen keyif için okudum lan ben diye düşünürken Ejderha Dövmeli Kız'ın çizgi romanından geri gidemedim ki aylar oldu onu alalı. AYLAR. Aylar niye böyle geçiyo be.
Tüm bu zamansızlıkta (sarcasm alert) gönül rahatlığıyla vakit ayırmaktan çekinmediğim tek şeyin müzik oluşu ise azıcık da olsa tebessüm ettiriyor, mutlu hissettiriyor. Zaten şu ufacık mutluluktan da kendimi mahrum ettiğim gün, lütfen beni yakın.
Stoner Rock'ın hayatımda yeniden yükselişe geçtiği şu dönemde, tanışıklığımızın bir yıldan biraz uzun bir süre öncesine uzandığı bir gruptan bahsedeceğim: OM.
Benim derdim tasam yokmuşçasına üzüldüğüm bi' durum var -ki o da şu, grup kurucusunun gruptan ayrılması. Çok sevdiği bir grupta bi' üye değişse -hatta bırak değişmeyi, gruba yeni enstrüman eklense- beyni direk ambole olan insanım ben çünkü. "Nası ya siz şimdi nesiniz, hâlâ aynı grup musunuz şimdi artık nası eskisi gibi olcak ki nassı olur ya nassssssıı"lar ve dahası, anlatabiliyor muyum? Ha, bu durumun güzel kötü bir sürü örneği var, orası ayrı. OM da bence kesinlikle güzel örneklerden. Ansiklopedik bilgi vererek, sıkıcılaştırmak istemiyorum; çünkü onlara googlelayarak zaten ulaşabiliyonuz. AMMA, ikili olarak başlayan OM'un da bi' kırılma noktası var: Grup kurucularından Chris Hakius'un sonrasında gruptan ayrıldığı 2007 Kudüs konseri. Abi bi' konser 5 saatten fazla sürebilir mi?! Ciddi söylüyorum, çok sevdiğim bi' grupla bu kadar uzun süre aynı havayı solumuş olsam kafayı kırardım. Çok şükür, aşşırı sevdiğim gruplar genelde çok pahalı konserler veriyo da gidemiyorum. Yoksa neme lazım... Neyse, şaka bi' yana, bu konser de kaçırdığım için Onur Akın'ın klibindeki koyun gibi (*bkz.) kafayı kayaya gömüp intihar etme isteği uyandıranlar listemde ilk üçe oynar. Çünkü düzgün video kaydı da yok. Ha, yayınlanmış bi' live album var fakat AYNI ŞEY DEĞİL, hiç deyyyyil. Ama yetinmek için bi' teselli mi, teselli. Gerçi adamlar İstanbul'a da geldi, ben yine gidemedim. Evime falan bekliyorum herhalde.
Neyse, çok da fazla dağıtmadan........ Om için az önce güzel örnek falan demiştim. Onun sebebine gelelim. Single, EP ve live albumleri saymazsak toplamda 5 albümü var OM'un. 3'ü bu kırılma dönemi öncesine ait harika albümler, ikisi sonrasına. Ve gitgide güzelleşiyorlar. Her ne kadar Pilgrimage, ödüllü mödüllü yarmış albümleri olsa da favorim bu yüzden son albümleri: Advaitic Songs. Albümün her şarkısı ayrı ayrı birer başyapıt, ayrı ayrı eargasmlar ama öyle bi' şarkı var ki, ciddi anlamda dinlemekten en keyif aldığım şarkılar listesi yapsam kesinlikle es geçmezdim:
Bu arada, OM'dan konuşuyorken başka bir stoner rock harikası olan Sleep'ten bahsetmemek ayıp olur. Zira Al Cisneros ve Chris Hakius'un OM'dan önceki grubu kendisi. Gerçi stoner rocktan bahsediyorken Kyuss'tan bahsetmemek de biraz ayıp geliyor bana ama biliyorum ki bu işin sonu yok ve ben bu yazıyı yazmaya niye başladım ki zaten. Sabah bir sunumum ardından da bir teslimim varken üstelik. Yarın yine muhtemelen bambaşka hengamelerde kaybolmaya devam edicem ama aklımda her zaman sadece bunlar var.
Sadece müzik.
Az insan, çok müzik.
Haydin, sağlıcakla!
Nov 29, 2014
Kulaklıkla son ses post rock dinlerken tüm vücudum buz kesiyor.
Hayatımda ilk defa bir filmi not alarak izliyorum. Ve hayatımda ilk defa bir filmin ilk on dakikasında bile kendimle ve filmi öneren kişiyle bağdaştırabileceğim bir sürü şey buldum. Bu filmi üç yıl önce de izliyor olabilirdim. Ama önyargılar.
"Böyle saman kağıdına yazarken, kendimi Bilbo Baggins gibi hissediyorum." sözleri döküldü ağzından bir an boş bulunup. Alaşehir'le ilgili bir makale okuyor, Shire'ı düşlüyordu. İzel'in kahkahayı basmasıyla düşündüklerini sesli söylediğini farkeden Neşe, bozuntuya vermeden devam etti: "Bir de dolma kalemle yazıyor olsam ne olacaktı kim bilir..." İzel, kardeşinin tavuk suyu dökerek bozduğu eski bilgisayarının üstüne aldığı gıcır Mac'inin takvimini açıp bu anı kaydederek ölümsüzleştirdi ve sonra, Rafet El Roman açıp dans etmeye başladılar.
Anlaşılan o ki Mimar Sinan'a vize haftası bu yıl da tam vaktinde gelmişti.
(yazmaya "küçük bir çocukken" kalıbıyla başlamaktan hoşlanıyorum.)
...kırk yıllık bir ömrün kendime ve yapmak istediğim işlere yeteceğini düşünmüştüm. O işlerin pek öyle olmadığını gösteren tokadın suratıma inmesi, tam yirmi yılımı aldı. Ve yirmi birinci yaşıma bir ay kala, uzun zaman sonra ilk defa eğlenme beklentisiyle en yakın arkadaşlarımla dışarı çıktığım bir gecenin ardından yatağıma yattığımda; hayatım bir yıl daha bu sıkıcılıkta giderse intihar etmeyi düşünürken buldum kendimi.
Bir insanın kendine acımaya başlaması, kendine yapabileceği kötülüklerden yalnızca biri. Ama farkında bile olmadan kendi kendine acındırmaya çalışması, sürekli hayatından yakınması; kendini tüketme anlamında yarışı ön sıralarda tamamlar sanıyorum. Bu gece Moda'ya yürüyerek yaptığım klasik düşünme jimnastiklerimden birinde, bu ikincisini son zamanlarda sık yapmaya başladığımı farkettim.
Açıkçası çağımızda -ve bilmiyorum, belki toplumumuzda- yaşayan çoğu bireyin 100% sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olduğunu düşünmüyorum. Ya da belki insan olmak bunu gerektiriyordur, kim bilir... Dönüp kendi hayatıma ve kendime baktığımda olumsuz zibilyon tane madde saymak çok zor olmayacaktır bu yüzden. Olmuyordu da. Ama bu, self-ajitasyonu haklı çıkaracak bir sebep olmaktan çok uzak. Demek istediğim şey, biraz da olumlu yanından bakmakla alakalı bir kişisel gelişim tavsiyesi de değil asla. Sadece... Rahatsız oluyorsan, bu durumu değiştirmek için çabalaman gerekir. Hayattan artık keyif almıyor oluşundan şikayet etmenin ya da herhangi bir şeye olan istencinin nasıl da azalarak bittiğinden yakınmanın bir anlamı yok. Üstelik bu yakınmaları kendi kendine yapınca daha da anlamsızlaşıyor. Zira dostum, sen ve kendin aynı hayatı yaşıyorsunuz; bilmem farkında mısın? Yani o, bunları zaten biliyor................
Öf neyse, sıkıldım. Daha fazla yazmıycam. Zaten bu gidişle kırkıma geldiğimde evinde elli tane kediyisle kişisel gelişim kitabı yazıp yayımlanmasını ve çok satmasını uman teyze olacağım. (Just kidding, no more self-AJİTASYON!)
Nov 9, 2014
Hiçkimse neler olup bittiğini bilmeyi hakketmiyor. Ve zaten ne gereği var?
Günden güne insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Büyük ölçüde bu mesafeden beslenen ruh halimi anlamakta güçlük çekiyor oluşları hiç garip değil. Çünkü davranışlarımın anlık kaprisler olarak algılanması beni rahatsız etmiyor. Aksine bu şekilde bi' algı yaratarak kolaya kaçıyorum; zira kimseye bir şeyleri anlatma istencim yok artık.
Kimsenin,
hatta tek bir kişinin bile.
Ne yaşadığıyla, ne yaşamış olabileceğiyle ilgilenmememize rağmen KİMİZ BİZ? Kim olduğumuzu sanıyoruz. Başkalarını zerre umursamaz, önemsemezken hesap sorma hakkını kendimizde buluyoruz.
Duygusallığımı kabulleneli iki seneden fazla oluyor. Şu sıralar ise arabeskliğimi sorguluyorum. Ama muhtemelen sadece dengesizim. İnsan olgusuna sıkı sıkıya bağlıyken ve bu olguya karşı büyük umutla doluyken, elimde somut olarak hiçbir şey yok. Ve belki, insan olmasaydım insanlara olan nefretim çok daha devasa olabilirdi.
Sanırım,
git gide her şey daha da katlanılmaz bir hal alacak benim için. Çünkü tek başına büyüyen çocukların en büyük dayanağı diğerleridir aslında. Pek tanıma fırsatı bulamadığından olsa gerek, putlaştırmıştır onları. Ve bazen yalnız büyüyen çocuklar da inançlarını yitirir.
Zaten bir aradayız, öyleyse neden birbirimize dokunmaktan bu kadar korkuyoruz?