Oct 17, 2013

Öğrenci olmak ve olamamak üzerine...

Son birkaç aydır her şey birden, hızlandı sanki. "Yirmiden sonra hızlanacak." demişlerdi. Yirmime iki aydan fazla zaman var. Gerçi bu komik bi' düşünce. "Tak!" diye yirmi olduğun anda hayatının değişeceğini beklemek falan... Beklemiyorum esasen.

Sadece, eskiden almam haftalar sürecek kararları üst üste alıyorum. Ya da belki de uzun süredir kafamda olan şeylerdi ve hepsini aradan çıkarıyorum. Tanrım! Beynimin n'apmak istediğini anlamaya yarayan bir organımın olmayışından kaybediyorum hep! Düşünmeye zamanım kalmasın diye, haftamın yedi gününü doldurmuş oluşumla da alakalı olabilir bu durum pek tabii.

Ya ben bu aralar yine "mutsuz kız blogu" yazmaya başladım, di mi? Mutlu hiçbir zaman olmadım ama aslında mutsuz da değilim. Zaten mutsuz olsam da yarım gün falan sürüyor artık maksimum, o derece hızlandı her şey. 

Mesela geçen gün sınıfta kaldığımızı öğrendik arkadaş grubumca *SITCOM KAHKAHA EFEKTİ* 
Bu efektin girdiği her sahnede olduğu gibi, hiç komik diyildi. Öğrenci belgemde yazan "1. sınıf öğrencisidir" ibaresi üzerine, "Heheheh, bi' yannışlık olmuş heralde. Peki neden bunu bizimkileri kandırmak için kullanmıyım?" çakallığına erişip durumdan da hiç kıllanmayarak "Oloooooom sınıfta kalmışız." yakarışlarımı arkadaşlarımın suratlarına püskürttüm. 
Yalnız düşününce sahne çok trajik ya. Bakın, hep beraber hayal edicez şimdi:

Yer: MSGSÜ Rıhtımı
4 genç kız ikinci sınıf olduklarını sanarak, boğaza karşı oturmaktalar. Gündemlerinde yine yaşadıkları YOLO (you only live once) hadiseleri var. İçlerinden biri sınıfta kaldıklarını biliyor, ama bilmek istemiyor, onun yerine eğlenmek istiyor ve patlatıyor bombayı: 
-Olooooooooooooooooooom sınıfta kalmışız.
Aslı: Nişiiii şaka mı yapıyosuuuuuun? (Tercüme: Neşe şaka mı yapıyorsun?)
Tuğçe: AHAUAHAUAHAUAH nasıl yani?! (dumur) (Kahkahanın sonlarına doğru asılan ve "nasıl yani" kısmında iyice ciddileşen surat eşliğinde.)
İzel: YOLO BE!

Amaç: Şaka yabmak.
Sonuç: Hayatın şakasına gülememek, boğazda düğümlenen bir şeyler, boğazın serin sularına dalıp gitmek.

Sonra "Ehehehe, şaga yabdım." nidaları eşliğinde arkadaşlarının yanından ayrılan esas kızımız, öğrenci işlerine gidiyor ve:
"Yha haha ben ikinci sınıfım ama bir yaşmışınız ahahah?" (allam nolur göte gelmeyelim gülüşleri) (hâlâ inanmak istemiyor)

Genel Sonuç: 40 krediye ihtiyacım varken 38 kredi almışım ya lan! Geçen sene danışmanıma gidip "Hodjam ders istiyom." dediğimde, "N'abıcan dersi, git sergi gez!" demişti bana. Ben de "Vaysle, adam haklı yaws!" deyip bütün yıl sergi gezdim. Hatta gaza gelmekte sorun görmeyip aldığım derslere girmek yerine de sergi gezdim. Neyse ya, YOLO KANKALAR. 

Sep 29, 2013

inio asano vardır. iyki.

Ama arkadaşlar iyidir
-di.
O işler artık öyle değil.
Artık arkadaşlar bile iyi değil.
Zaten,
hiç olmuşlar mıydı ki?


Sep 28, 2013

Yirmi yıldır mutlu olmayı öğrenemeyen bi' ben mi varım, yoksa standart sistem mi bu acaba?

Sep 26, 2013

mahjong titans çok duygusal oyun.

"Bir insan birini yalnızken hatırlıyorsa sevmemiştir. Ansızın aklına gelip yalnızlaşıyorsa, işte o zaman sevmiştir."
Turgut Uyar

Şimdiye kadar her yalnız kalışımda, gereksiz yere üzdüğüm insanlar aklıma geldi durdu. Bana verdikleri değerin onda birini vermediğimi düşündüklerim. Çoğunu, sonradan aklıma geldikçe seviyorum sandım, yanıldım.
Birini sadece bir anlığına sevmiyordu insanoğlu. Ya da şöyle ifade edeyim; böyle bir anda karar vermiyordu buna. Hissettiğim, pişmanlığın farklı bir boyutuydu yalnızca. Pişmanlığın, birkaç hisle harmanlanması ya da her ne boksa.

Ama dün, canım eski bir şeyleri kurcalamak istediği için defterleri karıştırırken kucağıma düşen portren. 
Bir portreni çizdiğimi unutmuştum. 
Yüzünü,
unutmuştum.

Ama o an, işte yine karşımdaydın. 
Bana bakıyordun. 
Ve ben o karakalem portreden gözlerinin yeşilini görebiliyordum.

Dünyanın en yalnız insanıydım.

Ara sıra hâlâ blogumu okuyor musun diye merak ediyorum. Burayı bir türlü bırakamayışımın nedeni bile olabilirsin belki ama sanırım buna katlanamazdın.

Zamanla eskiden anlayamadığım şeylerin bir kısmını kavradım. Hâlâ her şeyi anlıyorum diyemem ama, şu suçluluk olayı mesela. Özellikle onu çok iyi anlıyorum.
Çünkü en az senin kadar ben de kendimi suçluyorum. Cesur olamadığım için. Seni birçok defa korkaklıkla suçlamışken üstelik.
Hâlâ yeterince cesur olduğunu düşünmüyorum gerçi ama bana kıyasla epey iyisin. 
Arkasında durmaktan korksan da, en azından aşkını itiraf edebilecek cesarete sahiptin.
Ben daha yazamıyorum bile.

Sep 5, 2013

4 Eylül 2013'e ithafen,

Cesaret ne güzel şey ya! Ulan ben şimdi böyle yapıcam ama sonrasında ne olur diye düşünmeden yaşayabilmek, risk alabilmek. Sonrasında en fazla ne olabilir ki cidden? Rezillik mi? Varsın olsun. Çok güzel bi' şeyi yaşama ihtimalin karşısında iki rezilliğin lafı mı olur.

Ehehe bakın neydim ne oldum kafası yaşamayan tüm o samimi ve güzel insanların uzanıp yanaklarından öpüyorum -ve nitekim bu yazıda bahsi geçeni öptüm de. Mutluysam sebebi sizsiniz!

Sep 1, 2013

Bazen sadece...

...iyi hissetmek istiyorum.

Aug 27, 2013

yüz milyonda biri.

Çocukken, annem ve babam çalıştığı için bazen bir iki haftalığına anneannemlerde kalmam gerekebiliyordu. Bu birkaç haftalık süreçlerin ilk günlerinde hep çok garip hissederdim. Annemin ve babamın yokluğuna alışmam, anneannemlerin evinin düzenine ayak uydurmam gerekirdi çünkü. Kaldı ki öyle anne ve babasına çok bağlı bir çocuk da değildim ve anneannemle dedemi dünyadaki herkesten çok seviyordum. Tam yeni düzene ayak uydurmuşken ise eve geri dönmem gerekirdi ve bu defa, tersine fakat aynı şekilde işleyen bir süreç baş gösterirdi: Şimdi de anneannem ve dedemin yokluğuna alışmam, onları özlememeye çalışmam ve artık neredeyse yabancılaştığım evime yeniden adapte olmam gerekirdi.

Aslında şu an buraya, bunlardan çok daha farklı şeyler yazmayı hesap etmiştim bütün hafta. Şu sıralar en sevdiğim dizi haline gelen Newsroom ile ilgili yazılacak bir ton şey vardı mesela aklımda. Ama işte, yarın İstanbul'a dönüyorum ve her ne kadar hâlâ anne babasıyla ilişkilerini oturtamamış ve Bursa'dan nefret eden bir çocuk olsam da, oops, çocuk dedim ve şu an yanlışlıkla yazdığım bu kelimeyi silmek istemiyorum. Evet, her ne kadar Bursa'dan ve insanlarından nefret eden İstanbul'a aşık 175lik bi' çocuk olsam da yeni düzen, her zaman bana garip hissettiriyor. Belki de bu yüzden her zaman bavul hazırlama işini son dakikaya erteliyorum. Bavul hazırlamak, şu an içinde bulunduğun düzenle ilgili değil çünkü ve ben -sanırım- içinde bulunduğum düzenin son ana kadar tadını çıkartmak istiyorum. Ya da sadece üşengecimdir ve üşengeçliğime fazla anlam yüklüyorumdur.

Her ne kadar -kendimi deli gibi zorlamama rağmen- annemi ve babamı -özellikle babamı- yeteri kadar sevemediğimi düşünsem de özleyeceğimi bilmek, canımı sıkıyor. Bunun tam olarak ifadesi "can sıkmak" da değil aslında, adlandıramadığım bir şey hissediyorum. Öte yandan buradan gitmek, anneannem ve dedemi de göremeyeceğim anlamına geliyor ve işte bu, asıl ölüm gibi olan. Bu yaz bu şekilde hissedeceğimin farkında olarak Bursa'da geçirdiğim zaman aralığında onlara daha çok zaman ayırmaya çalıştım ve bakalım ne oldu: Onlarda kaldığım ilk gece, yaşlanıyor oldukları için ağlamaktan uyuyamadım ve ertesi gün kuzenimi davet ettim.

Öte yandan büyüdükçe -gerçi artık yaşlandıkça demem lazım sanırım, zira yaşım yirmi oldu olacak- zaman ve ölüm kavramlarının daha da netlik kazanıyor oluşu canımı sıkıyor. Bu yaz Bulgaristan'a tatil için gitmiştik aslında ama gitmişken anneannemin ablasının ve annesinin mezarlarına da uğradık. İkisini de sadece bir iki kere, çocukken görmüştüm. Buna rağmen anneannemle ilgili olan her şeyi sevdiğim gibi, onları da seviyordum ama bu, sadece anneannemle ilgili olmasıyla ve çocukların çoğu zaman sorgulamadan sevmesiyle sınırlı bir şey de değildi. Oldukça az olmalarına rağmen güzel şeyler hatırlıyorum onlara dair. Bölünmüş ailelerin en kötü yanı bu. Bir aradayken belki çok güzel şeyler yaşayabilecekken, aralarındaki kilometreler yüzünden hep biraz eksik yaşıyorlar. Anca bayramda, tatilde vesaire görüşebiliyorlar ve ondan da genelde bir şey anlamıyor zaten insan. N'aber, nasılsın derken geri dönme vakti geliyor. Çoğu akrabamı tanımıyorum mesela ben. Çoğunu hiç görmedim. Akraba kavramı benim için anne, baba, anneanne, dede ve biraz daha fazlasından ibaret. Neyse, çok dağıttım konuyu, toparliyim. Varna'dan, annemin teyzesinden dönerken de çocukken ve şu anda da hissettiğim o garip his vardı. Onu da en son 8,9 yaşımdayken görmüştüm ve belki de bu son görüşümdü. Ben böyle bir iki kere görmeme rağmen özlüyor ve ölümlerini zor kabulleniyorsam; sırf ben doğdum diye Türkiye'ye gelmek zorunda kalmış anneannem ve dedemi düşünemiyorum.

İnsanoğlu her şeye alışıyor tabii ama o alışma süreci... 
Her neyse, depresif olmak insana bir şey kazandırmıyor; gideyim de hâlâ kendi başına toparlanmayı öğrenemeyen bavulumu hazırlayayım. 
İnsanlar mutfak robotunu keşfedeceklerine, kendi kendine hazırlanan bavulu keşfetselermiş keşke.

PS: Tuçi ve İzot'un sigaralarını yakmak bahanesiyle aldığım kurukafalı çakmağın "Ehehe bakın nası da yanıoağğ!" diye millete gösterirken gazını bitirdiğim için çok mutsuzum. Doldurtunca tekrar mutlu bi' çocuk olcam.

Aug 23, 2013

Telefonumdaki not defteri tam olarak şu işe yarıyor:

I.
Meraba,
Bunları 10 Nisan Çarşamba günü saat 6 sularında, Kadıköy'den Kabataş'a giden bi' vapurun arka koltuklarından birindeyken yazıyorum. Şu an koltuğumun altında ne idüğü belirsiz bir çanta mevcut ve beynim kendini onun patlamaya hazır bir bomba olduğuna o kadar inandırdı ki paranoyadan bacaklarımın karıncalandığını hissediyorum. Her an patlayacakmış da sepeti kaptıracakmışım gibi geliyor. Olur da karaya ayak basmadan ölürsem, olayın kurbanı olarak en iğrenç vesikalık fotoğrafımın haberlerde gösterilmemesini vasiyet ederim.
Bye.


II.
Bazen her şeye o kadar yabancı hissediyorum ki; bu, beni ağlatabiliyor.


III.
Gün içinde yüz kaslarını sadece gülmek için kullanıp da içten içe kahrolma dalında plaket verselermiş iyiymiş.


IV. 
En sevdiğim insanı kaybettim ve bi' daha da bulamadım. Nerede bıraktıysam orada olmasını umdum, olmadı. Saklambaçtaki gibi, asla bulamayacağımı düşündüğüm anda saklandığı yere büyük gelir de duvarın köşesinden, bir yerlerinden kolunu falan görürüm diye bekledim, olmadı. 
Sonuç olarak kaybettim. 
Hiçbir şey yapmadan. 
Sadece kendim olarak. 

Katlanılmaz olduğumu düşünmemem için her şeyi yapmış ve sonra bana katlanamamıştı.
Katlanamadığı asıl kişinin kendi olduğunu söyleyerek üstelik,
kendiyle birlikte gözden kayboldu.

Ve ben de korkaktım, 
en az onun kadar.
Yüz milyon kere fırsat verseler yine söyleyemeyecektim. Yine de yüz milyon birinci fırsatı bulamayınca ağzıma geleni söyledim. Söylemem gereken şey dışında her şeyi söyledim. Rahatlayacaktım sanıyordum, öyleydi de, ama yanlış şeyi söylemeyi seçtim.
Hayatımda yaptığım en büyük hata budur.
Ve bu kez hikaye anlatmıyorum.


SONUÇ: Burayı komikli bir şeye bağlayacaktım aslında ama bu defa güldürmedim. Ölümümün ya sakarlıktan ya da duygusallıktan olacağına artık neredeyse emin gibiyim.
Erken mi sıyırdım acaba ben ya.

Aug 22, 2013

Müsadenizle gülücem;


AHAHAHAHAHAHAHJXCKLVHZXCKHBKJHZKJZHXKHJVKCH

Aug 20, 2013

Bi' şey dicem,

S P O T I F Y   D Ü N Y A N I N   E N   G Ü Z E L   Ş E Y İ . 
Upuzuuuun bir zamandır Spotify'ın Türkiye'den de indirilebilir olmasını bekleyip duruyordum ama bu sabah, saatlerimiz sabahın sekizini gösterirken canıma tak etti, antin kuntin birkaç program sayesinde kendimi Amerika'da yaşıyormuş gibi göstererek Spotify indirmeyi ve kurmayı, utanmadan bir de Last.fm hesabıma bağlamayı başardım! Özellikle Last.fm hesabıma bağlanmayı başardıktan sonraki birkaç dakika hayatımın en güzel dakikalarıydı, adeta müzik aleminin kraliçesiydim her şey benden sorulurdu LÂKİN hayatın-her-güzel-şey-bitermiş-kuralı devreye girmekte gecikmedi... Şu indirdiğim antin kuntin programlardan biri sayesinde ekranımın sağ alt köşesinde beliren DISCONNECTED baloncuğunu görünce neredeyse aklım çıkacaktı (gerçek anlamda). Ama hayır, aklım yerinde kalabilirdi, Spotify'ım beni yarı yolda bırakmamıştı. Yine de bu, bundan böyle bir şey olacak da yine Spotify'sız sefil hayatıma geri dönmek zorunda kalacağım diye her an diken üstünde olacak oluşumu engelleyemiyor. Çok sevdiği(?) sevgilisini kaybetme korkusuyla götü tutuşan kızları şu an o kadar iyi anlıyorum ki.............. EVET SPOTIFY, BU BİR EVLENME TEKLİFİ.

Ya bu arada bir yandan da acayip dertliyim. Bulgaristan'dayken Google'da BG ana makinesine bağlanmıştım, şimdi onu eski haline çeviremediğim için Youtube'daki paylaşma seçeneklerinde Blogger seçeneği çıkmıyor. Blogger arayüzü değiştiğinden beri embed kodu da beğendiremiyorum kendisine zaten, mecburen url ile ekliyorum videoları ama onlar da aşşaaadaki gibi sikko görünüyor, büyüklüğünü falan ayarlayamıyorum. İki elimle bi' teknoloji özrümü doğrultamıyorum görüldüğü üzre, yok mu aklı eren bi' insan evladı?

Çok fazla rüya görüyor oluşumdan daha garip olan şey rüyalarımın uzunlukları.

Rüyamda, ailem velet halimi tiyatro sahnesinde iki adamın sunduğu programvari bir şeyi seyretmeye götürüyorlar. Seyircilere de söz hakkının tanındığı, hatta ara sıra içlerinden birinin sahneye davet edildiği bir program bu ama içeriğini pek anımsayamıyorum şu an. Sonra sunuculardan biri, beni sahneye çağırıyor. Sahnede çok güzel zaman geçiriyorum ve hatta sahneden inerken selam veriyorum seyircilere ve nedense millet kafayı yemiş gibi beni alkışlamaya falan başlıyor. Ben tabii ilgiden dört köşe olmuş bir şekilde yerime dönüyorum. Gel zaman git zaman, o adamlar ikinci ailem gibi bir şey oluyorlar. Sürekli onlarla sahneye çıkıp showlarının bir parçası oluyorum ve bundan çok da hoşlanıyorum. Bu şekilde çocukluğum geçiyor fakat bu sırada o adamlar kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Gösteri yaptıkları tiyatro sahnesi de bana ve yakın arkadaşım olan içlerinden birinin oğluna kalıyor. Çocuk sessiz, sakin bir tip ve hiç onlarla sahneye çıkmamış. Bu anlamda, ben ondan daha yakınım diyebilirim bu ikisine. Bizden başka 2 erkek ve 2 kız olmak üzere 4 arkadaşımız daha var grubumuzda. Ara ara sahnede veya başka bi' yerde buluşup bir şeyler yapıyoruz vs. Sonra bi' gün, o adamlar geri dönüyor. Ve o adamlardan birinin aslında kadın olduğu gerçeğini öğreniyorum. Bunca zaman ikisine de baba gözüyle bakmışken biraz şaşırıyorum tabii. Onları tekrar gördüğüm için sevinmem hasebiyle erkek olanın boynuna sarılırken "Aslında kadın olduğunu bilmiyordum." gibisinden bir şeyler söylüyorum. Ve sonra bir gösteri daha yapıyoruz ama seyirciler artık yaptıkları oyunlara ve showlarına ilgisini kaybetmiş gibiler. Gösterinin bir yerinde kadın olan "Neşe'yle birlikte size şarkı söylememizi ister misiniz?" diyor ve seyircilerden çıt çıkmıyor. Seyircilere sırtı dönük, eski tip bir koltukta oturmakta olan ben de, bu olayın üzerine, başımı hafif onlara doğru çevirip dilimi çıkararak "Peh." gibi bi' ses çıkarıyorum. Ardından seyircilerden bazılarının bunu saygısızlık olarak addedip homurdandığını duyuyor ama önemsemiyorum. Sonra gösteri bitiyor. O an kimseden bir şey duymamış olmama rağmen her nasılsa o kadının, adama aşık olduğunu bir şekilde biliyorum ama neden erkek kılığında gezdiğini ben de bilmiyorum. Gösteriden sonra 6 kişilik arkadaş grubumla arabaya atlayıp başka bir şehirdeki bar türevi bir yere gidiyoruz eğlenmek için. İçerisi bana fazla gürültülü geldiği için dışarı çıkıp yolun karşı tarafına geçiyorum. Yaşlı bir adamı iki eli dolu şekilde yürürken görüyorum ve hızlı hızlı yürüyerek ona yetişip yardım etmek istediğimi söylüyorum. Adamın sol elindeki poşeti alıyorum ama sağ elindekini vermek istemiyor bana. O şekilde yürürken bir grubun yanından geçiyoruz. Grubun rehberi oranın belediye başkanıymış güya ve bizi göstererek "Şehrimizde artık bu şekilde gençlerin yaşlılara yardım ettiği pek az görülüyor. Kimse kimseye güvenip yardım etmeye yanaşmıyor." diyor. Onları geçince yanımdaki amcayla muhabbet ediyoruz biraz. Bana teşekkür ediyor. Ben de o şehirde yaşamadığımı ama arkadaşlarımın bir kısmını orada yaşamaya ikna edebileceğimi düşündüğümü söylüyorum. Bir süre yürüdükten sonra adama daha fazla ileri gidemeyeceğimi söyleyip ayrılmak istiyorum. O da teşekkür ediyor bir kez daha ve elimdekileri alıyor. Sonra yolun karşısına geçmek istiyorum tekrar. Adam da peşimden gelmeye kalkışıyor. Onu görünce karar değiştirip yolun geldiğimiz tarafına dönüyorum. Sonra adam, "Benden şüphelenmiyorsun, değil mi?" diyor. Ben de "Aslına bakarsan şüpheleniyorum." diyorum. "Çoktan anlamıştın zaten." diyerek sırıtıyor ve bana vermek istemediği poşetin içinden bir silah çıkararak peşimden koşmaya başlıyor adam. Arkadaşlarımın hâlâ içinde olduğu barın karşısına geldiğimde adam da bana yetişmiş oluyor fakat o beni vuramadan başka biri onu vuruyor. Yere düşüşünü seyrediyorum bir süre ama kan görmüyorum. Sonra gösteriyi sunan adamın oğlu olan çocuk yanıma geliyor ve gösteriyi sunan kadının kalp krizi geçirip hastaneye kaldırıldığını söylüyor. Tam bu anda da bir polis ifademi almak için yanıma geliyor. Adama durumu izah edip arkadaşımla arabaya biniyorum ve hepimiz hastaneye giderken uyanıyorum.

Bunu yazdıktan sonra yayınlamaktan vazgeçmişim, kıyıda köşede durmasın dedim yayınlamaya karar verdim. Eh, n'apalım beynim hikaye yazmaktan asla vazgeçmiyor.

Aug 18, 2013

benim saçım var da n'oluyo be dayı? amaaaaan.

Piknikvari bir yemekte, annem: Birol senin çay bardağın yok mu?
Yeni yeni kelleşmeye başlayan -ve belli ki içten içe buna bozulan- dayım: Yok. Benim başım kel.

Aug 9, 2013

ve sonra farkettim ki...

...artık hissettiklerimi anlatabilmenin bir yolu yok.

We're a real fucked up family.

http://www.youtube.com/watch?v=Yv6_kKzvAdc

Hiçbir zaman aile olamadık biz. Hatta aile denen kavramın yanına bile yaklaşamadık -ki zaten, öyle görünmesi öyle olduğu anlamına gelmiyor çoğu zaman. Bugünden sonra ise herkes kendi bireyselliğini alıp yoluna devam edecek. Daha fazla rol yapmanın alemi yok çünkü.

Jul 29, 2013

Yaşlılık hissiyatı denen şey bulaşıcı vesselam.

Şu an yatağımda oturmuş, bir yandan günlük yazıp bir yandan tesadüfen eski bir kutudan çıkan Sertab Erener kasetini dinlerken; babam da duvarımı boyamakta. Neden? Çünkü duvara astığım LOTR haritası düşmüş ve beraberinde birazcık boyayı da duvardan sökmek suretiyle götürüvermiş. Bence o kadar kötü değildi ama babam inat etti bir kere. Oradan başlayıp tüm odayı elden geçirmek asıl amacı, biliyorum. Ama ne önemi var ki tüm bunların? Sanırım yetişkinler için ev çok, çok önemli bir şey. Duvarım eski haliyle daha güzeldi, onu özlüyorum. Şimdi her şey sanki ben o duvara hiç poster asmamışım gibi, ne kötü.

Bu Sertab denen kızın da pek güzel sesi varmış, yakında iyiden iyiye ünlenir. 
Demedi demeyin.

Jul 19, 2013

All is Wild, All is Silent bir albüm için güzel isim. Ama gerçekte öyle olmak zorunda değil. Hiç değil.

Tek işimin yürümek olduğu bir gün, İstiklal.
Yanıma engelliler için gazete satan biri yaklaşıyor ve her gün kaç kişiye sıraladığını kestiremediğim klasik girizgahıyla lafa başlıyor. Yüzünü hatırlıyorum. Başka bir gün de yanıma gelip benimle yürümüştü. O zaman da gazete satıyordu ama almam için zorlamamış, hatta teklif bile etmemişti. Sadece adını söylemiş, yaptığı şeylerden, okulundan falan bahsedip ona yardım edip edemeyeceğimi sormuştu. Ne dediğimi hatırlamıyorum ama sonuç olarak yardım etmeyip yoluma devam etmiştim. O gün tekrar görünce merhaba deyip ismiyle hitap ettim. Afalladı ilk başta. Sonra "Hayret! İnsanlara ismimi söylemem ama sana söylemişim demek ki." deyip yardım edip edemeyeceğimi sordu. Önümde duran -muhtemelen boş geçecek- saatlere bakıp yardım edebileceğimi söyledim. Daha öncesinde neden gazete satanlardan gazete almak istemediğimi anlatmıştım ona: Birilerine yardım etmek istiyorsam, bunu gönüllü kuruluşlara giderek ya da bizzat yapabilirdim. Yardım için, bu işi büyük oranda çıkar amaçlı yapan insanlara güvenmiyordum.

O, insanlara gazete satmaya çalışırken yanında dikiliyordum öylece. Para vermeyi kabul etmeyen insanların arkasından veya yüzüne hakaret ederken, gazete alanlara çoğu zaman teşekkür bile etmeden yanlarından ayrılınca onları cahil olmakla itham ediyordu. Yaptığı şeyi doğru bulmadığımı söylediğimde gülüp geçiyordu. Ara sıra "Bu dağıtım iznimiz." diyerek bir belge gösteriyordu insanlara. Bir ara alıp dosyanın içine baktım, onun fotoğrafı vardı ama ismi farklıydı. "Bu sahte, değil mi?" dedim. "Tabii ki kızım." dedi. Kızım diye hitap edilmesinden ne kadar rahatsız olduğumu düşünmemeye çalışarak, "Gazete için fazladan toplanan paralar nereye gidiyor?" diye sordum. "Gazete iki buçuk lira, üstü de benim." dedi. On, yirmi lira aldığı insanları düşündüm. "İğrenç." diyebildim sadece, "Öyle düşünme, 9-10 tane tekerlekli sandalye aldık." diye karşılık verdi. "Bu da sizin vicdan rahatlatma yönteminiz." dedim, "Evet." diye cevapladı. Soru sormamıştım. Ne düşünüyorsam her şeyi açıkça söylüyordum, -öyle görünmüyordu ama içten içe- sanırım rahatsız oldu. Bir süre sonra "Çok safsın. Bu dünyada yolunmazsan yolunursun. Evet, bu işi yapıyorum ve bu yüzden ben buradayım, sen burada." dedi kendi için yüksekte bir yeri işaret ederken benim için aşağıları göstererek. "O sadece senin gördüğün." dedim ve gitmek istediğimi söyleyip ayrıldım yanından.

Peki bunu neden şimdi anlatıyorum? 
Az önce, bu seneki film festivalinde izlemek istediğim ama gidemediğim, sonra Aylak Kedi'nin blogunda görüp anımsadığım filmi, Inch'Allah'ı izledim. Sonrası boşluk. Uzun zamandır aynı şeyi düşünüyorum, insanları. Film de, anlattığım olay da yine aynı kapıya çıktı.
İnsanları düşünüyorum.
Bazen düşünmek canımı acıtıyor.

Adım Neşe. On dokuz yaşındayım. Ailem Bulgaristan doğumlu ama onlara Bulgar diye hitap ederseniz alınır, kırılır, hatta kızarlar. Ve onlara böyle hitap ettiğinizde size Türk olduklarını söyleyecek, soylarının "ilk Türkler"e dayandığını iddia edeceklerdir. Neticede, Türk'üm. Türk vatandaşıyım ve Türkiye'de doğdum. Küçüklüğümden beri (burada aşağılanıyor gibi görünmemeleri için açıkça yazmayacağım) bazı etnik kökenlere ve dini inanışlara sahip insanlarla evlenmemem konusunda defalarca uyarıldım. 

Ben sanırım son on dokuz yılda hiçbir şey öğrenemedim. 

Zira bütün bunların ne anlama geldiğini anlamıyor, anlamak istemiyorum. Çünkü bütün bunların bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Türk olmak ve başka bir millete mensup olmak arasındaki farkın, farklı ülke sınırları içinde doğmuş olmaktan ileri gittiğini düşünmüyorum. Aynı şekilde tamamen şans itibariyle sahip olduğumuz şeylerde övünülecek bir taraf da göremiyorum.

İnsanları düşünüyorum.
Tek tek, her birini.
Her birimizi.
Dünyada nasıl bir arada yaşadığımızı, birlikte değil. Yaşamak için kurduğumuz düzeni. Yaşamak için bizden çok öncekilerin kurduğu düzene nasıl da itaat ettiğimizi. Şansı. Şanssız olanların çektiği acıları. Aklım, bütün bunları görmezden gelmeyi almıyor artık. Bu dünyanın her karış toprağı hepimizinken, aynı ülke sınırları içinde doğup aynı ülke sınırları içinde ölenleri düşünüyorum. İçim bir kez daha acıyor.

Bunu, yazının bundan sonrasında yazacağım şeyler için söylemiyorum ama çok uzun zaman önce aldığım bir karar var: Bu blogda siyasi içerikli bir yazı yazmayacaktım. Hem siyasetten nefret ediyor hem de buraya yazmayı gereksiz buluyordum. Her zaman "Bir şeyden memnun değil misin? Sokağa çık."cılardan oldum çünkü ve sokağa çıktım. Her protestoda, benimle birlikte yürüyenleri gördükçe bir şeylerin değişebileceğine dair umutla doluyor; değişmediğini gördükçe kahroluyordum. Kendimi tam anlamıyla işe yaramaz hissediyordum. En son, Gezi Parkı olaylarında benimle birlikte sokağa çıkmış insanlar arasındaki direnişi ve yardımlaşmaya tanık oldum. İçimde bir şeyleri değiştirebileceğimize dair hâlâ daha yanmakta olan o minik alev, körüklendi, kocaman oldu. Ve insanlara yeniden inanmak istedim.

Saf olmakla ilgili bir problemim yok, saf olabilirim veya saf olarak nitelenmeyi kabul edebilirim. Yine de hâlâ inanıyorum ve inanmaya devam edeceğim; çıkar gözetmeden yardımlaşabilen, biz-siz-onlar diye ayrılmayacağımız bir topluma.


Jul 12, 2013

OldeuBoi versus OldBoy 2013 remake: Challenge accepted.

OldBoy'dan önce, bu yağmura-mükemmel-derecede-yakışan-soundtrackiyle tanışanlardanım ben. Niye bilmiyorum, bazı anlar, hiçbir önem arz etmese de tüm ayrıntılarıyla birlikte zihnime öylece kazınıveriyor. Öyle bir andı. Blogspot'un popüler -hatta en popüler- olduğu zamanlar, bolca jelibonlu bir blogta dolanırken, bloğun yan tarafındaki minik musicons gadgetı sayesinde tanışıyoruz The Last Waltz ile ve galiba dışarıda da yağmur havası var o an -veya belki de beynim anı, o şekilde yorumlamak istiyordur, şu an çok emin olamıyorum.

The Last Waltz'ı o kadar beğeniyorum ki; hemen günlerce -hatta aylarca- hiç durmadan aynı şarkıyı dinleyebilme özelliğim devreye giriyor. Bir süre bıkmadan dinliyorum. Sonra yetmemeye başlıyor. Daha fazlasını istiyorum. Ve kaçınılmaz son: Filmi izliyorum.

Bütün çekik gözlüleri aynı kişi sanma prensibim doğrultusunda oyuncuların yüzleri o kadar benzer geliyor ki, flashbacklerde özellikle, hepten kafam karışıyor kim kimdi diye. Bir yandan da kurguyu kaçırmamaya çalışıyorum. Arada çalan diğer müzikler de hoşuma gidiyor, öyle sahneler var ki empati manyağı biri olarak empati yapmamak için kendimi zorluyorum adeta; hani Testere filmlerinde falan, kurban psikolojisine girmişliğim çok çünkü. Sountrackinin mükemmelliği beklentimi o kadar yükseltmiş ki bir türlü tatmin olamayıp "On üzerinden en fazla yedi, yedi buçuk." diye geçiriyorum aklımdan film boyunca. Ta ki, o son noktaya gelene kadar. Filmin sonu değil bahsettiğim, izlemiş olanlar anlayacaktır bahsettiğim şeyi. Şimdi düşününce öyle asla-tahmin-edilemez, karmaşık bir durum yok ortada. Ama olaylar o kadar başarılı bir kurguyla sunulmuş ki, tahmin etmek güçleşiyor. Bir yandan "Nasıl düşünemedim ben bunu?" cümlesi kafamda dönerken, bir yandan da feci şekilde rahatsız oluyorum durumdan. Film beni ciddi anlamda rahatsız ediyor. Baştan sona var olan bir rahatsızlık aslında söz konusu olan ama işte o noktada, tavan yapıyor, katlanılmaz hale geliyor. Yine de kapamıyorsun, izlemeye devam ediyorsun, garip. Beğenmemezlik de edemiyorsun aslında ama işte on üzerinden puanlamaya kalkınca, kalıyorsun öylece. Çünkü bence puanlanabilecek bir film değil.

Şimdi.
Asıl konuya geliyorum: Hollywood'un el attığı OldBoy yeniden yapımı.
Bu noktada sorulması gereken soru şu: NE GEREĞİ VAR? Aslı zaten yeterince başarılıyken, cidden, ne gereği vardı? 
Trailerından da anlaşılacağı üzere, görünürde sıradan bi' gerilim & aksiyon filminden pek de bir farkı yok üstelik bu 2013 versiyonunun. Neyse, daha film çıkmadan çok da giydirmek istemiyorum lakin çok çok süper bir şey ortaya çıkarmamışlarsa şayet, bol bol söyleneceğim. Çünkü hakikaten mantıklı tek bir açıklaması yok, para haricinde. 
E bundan para kazanıcan da n'olucak be abim? Yaz sen de orijinal bir senaryo, keyfimize bakalım.

Jul 7, 2013

Günlük tutma anlayışım üzerine;

Ve çok çirkin yazmış oluşum gerçeği.
Ve çok çirkin,
yazmış oluşum gerçeği.
ZBAM!

Jul 4, 2013

post (never published)

Bugün son derece spontane gelişen bir şeyler üzerine liseden birkaç arkadaşımla buluştum. Sandığımın aksine bu, bana o kadar da kötü gelmedi. Lakin yine de fikirsel manada daha da uzaklaştığımızı görmek üzücüydü. Artık çoğu alanda farklı düşünüyorduk çünkü ben artık bu şehre ayak uydurmak ve onun doğrularına göre yaşamak istemiyordum. Ve ben aslında bunu hiçbir zaman istememiştim. Onlar ise şimdiye kadar burasının bende uyandırdığı kaçıp gitme isteğinin farkına bile varmadan bu şehre daha da yakınlaşmışlardı.

İnsanların yaşadıkları çevreden ve bir arada bulundukları diğer insanlardan etkilenmesine artık toplumsal bir gerçek gözüyle bakılabilir sanıyorum. Peki ben neden ve nasıl bu gerçeğin dışında kalmışım? Bunca yılı bir kapsül içinde insanlardan ırak geçirmiş gibiyim. Neredeyse yirmi yıldır yaşadığım yer, bana hemen hemen hiçbir şey katmamış. Ailem başta olmak üzere, bana bir şeyler "aşılamaya" çalışmış herkesten kaçmışım. (Ya da durun, kaçmadım. Hepsini dinledim. Ama asla kabul etmedim. Belki biraz uygun bulsam, kabul edebilirdim de üstelik.) Sanırım şimdiye kadar bende süregelen bu etrafındaki-onca-kişiye-rağmen-yalnız-olma hissiyatının ana sebebi de bütün bunlardı. 

Jul 3, 2013

İtiraflarım: Ölü bir adamın içimde yaşayan düşünceleri.

Bana çocukluğumda öğretilen şeylere inanmıyordum, ama inandığım bir şeyler vardı. Neye inandığımı ise hiç anlatamıyordum.

(...) ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.

(...) infaz (...) günümüzün ilerlemelerine ait akla dayalı hiçbir kuram, yapılan bu işi haklı çıkaramazdı. (...) Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduğuna insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakılarak karar verilemez.

Bunları niçin yaptığımı bilmediğim sürece hiçbir şey yapamaz ve de yaşayamazdım.

"Haydi bakalım, Gogol'dan ya da Puşkin'den ya da Shakespeare'den ya da Moliere'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?"

Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu. 

Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum.

Ne istediğimi kendim bile bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum. 

Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altından uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu...

Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye?

Ama ben ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şey de gelmeyen birisi gibi.

Soru şuydu: "Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?"

Farklı bir yoldan söyleyecek olursak soru şöyleydi: "Niçin yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı bir istek duyayım, niçin herhangi bir şey yapayım?" Soru şu şekilde de ifade edilebilir: "Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?"

Filozof bendeki ve var olan her şeydeki o var oluşun özüne ister "idea", ister "töz", ister "ruh", ister "irade" desin, aslında hep aynı şeyi söylemektedir. O şey şudur: Bu öz vardır ve ben bu özden oluşmuşumdur, ama bu özün neden var olduğunu -eğer tam bir düşünürse- filozof bilmez ve söylemez. Ben de şöyle soruyorum: "Bu öz niçin var olmak zorunda? Bu özün var olması ne gibi sonuçlar doğurur ve de doğuracaktır?" Felsefe bu soruları cevaplayamadığı gibi kendisi de zaten sadece bu soruyu sormakla yetinmektedir. Ve eğer bu, gerçek felsefenin kendisiyse, bütün çabası bu soruyu apaçık bir dille sormaktan ibaret olacaktır. Bu vazifesine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ettiği sürece de, "Ben kimim ve evren nedir?" sorusuna, "Her şey ve hiçbir şey." ve de "Niçin?" sorusuna "Bilmiyorum!"dan başka yanıt veremez. 

(...) ancak bu alandaki bütün zihinsel çaba sadece benim soruma yönelmiş olmasına karşın, ortada bir cevabın olmayışı ve insanın bir cevap yerine sadece daha karmaşık bir biçimde sorunun tekrar kendisini elde edişidir. 

(...) hayatın kötülüklerin başı olduğuna karar verdi.

Gerçekten de, yaşamın oluştuğu, hakkında hiçbir şey bilmediğim en eski zamanlardan beri insanlar benim görebildiğim yaşamın o anlamsızlığının farkında olarak yaşayageldiler ve gene de yaşama bir takım anlamlar atfettiler. İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. İçimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından icat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. "Yanlış olan bir şey var!" dedim kendime. "Bir yerlerde büyük bir hata yaptım." Ancak nerede hata yaptığımı anlamam çok zamanımı aldı. 

Bu akıl dışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey.

Kimim ben?(...) 

İnsanlığın bu soruyu kendisine sadece dün sormuş olması mümkün müydü? Benden önce herhangi birisinin kendisine bu kadar basit olan, her zeki çocuğun dilinin ucuna geliverecek o soruyu sormuş olması mümkün değil miydi?

(...) bana hep yakın gelmiş olan, Hıristiyanlığın (...) 

Bu insanların itikatlarının benim aradığım inanç olmadığını ve inandıkları şeyin gerçek bir inanç olmayıp hayattan Epikürcü bir yaklaşımla bir teselli bulmak olduğunu anladım.

"Hayat kötülük ve saçmalıktan ibarettir" yanıtı sadece benim kendi hayatımla ilgiliydi, bütün insanlığın varoluşuyla ilişkili değildi.

"(...) insanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yapıp ettikleri şeyler fena şeylerdir (...)"

Eğer çıplak, aç bir dilenci sokaklardan alınır da güzel bir kuruma ait bir binaya getirilir, orada kendisine yiyecek içecek verilir ve bir kolu aşağı yukarı hareket ettirmekle yükümlü kılınırsa, açıktır ki, niçin sokaklardan alınıp getirildiğini, kolu niçin hareket ettirmesi gerektiğini, ya da o kurumun tamamen mantıklı bir düzene sahip olup olmadığını sorgulamadan önce, dilenci ilk olarak o kolu hareket ettirmelidir. O kolu hareket ettirirse kolun bir pompayı çalıştırdığını, pompanın su çektiğini ve o duyun bahçedeki tarhları suladığını görecektir. Sonra o dilenci pompa istasyonundan alınıp meyve toplayacağı ve efendisinin cennetine gireceği bir başka yere götürülecektir. Aşağı işlerden daha yüksek işlere terfi edilerek kurumun düzenini gitgide daha iyi anlayacak ve bu düzen içinde yer aldığı sürece niçin orada olduğunu sorgulamayacak ve efendisine asla serzenişte bulunmayacaktır. 

Demek oluyor ki, O'nun isteğini yerine getirenler, bizim "sığır" diye nitelendirdiğimiz o basit, cahil, emekçi halk efendisine şikayette bulunmuyor. Ama biz bilgeler efendinin yemeğini yiyip onun bizden istediklerini yapmıyoruz da onu yerine bir daire etrafında oturmuş şunu tartışıyoruz: "Bu kolu ne diye hareket ettirmek lazım? Bu aptalca bir şey değil mi?" Bu şekilde bir karara varıyoruz. Efendinin aptal olduğuna, ya da var olmadığına ve kendimizin bilge olduğuna karar veriyoruz. Bunun şu sakıncası oluyor: Hiçbir işe yaramadığımızı ve bir şekilde yaşamlarımıza son vermemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Gerçi Tanrı'nın varlığının kanıtlanamayacağına gayet ikna olmuş durumdaydım (Kant böyle bir şeyin kanıtlanamayacağını göstermişti ve ben de onu çok iyi anlamıştım.), ancak gene de Tanrı'yı arıyor, bulmayı umuyor ve eski bir alışkanlıkla, aradığım ama bulamadığım o şeye dua ediyordum.

Ancak ben ne kadar dua ettiysem, O'nun beni işitmediğini ve çağrımı kimsenin muhatap almadığını o kadar iyi anladım.

Ancak çeşitli açılardan, tekrar ve tekrar, yeryüzüne herhangi bir sebep ya da anlam olmaksızın gelmiş olamayacağım sonucuna varıyordum.

İşin en kötü tarafı da kendimi öldüremeyeceğimi hissediyor olmamdı.

"Daha ne arıyorsun?" diye haykırdı içimdeki bir ses. "Bu O. O, onsuz yaşanılamayandır. Yaşamak ve Tanrı'yı bilmek aynı şeylerdir. Tanrı varoluştur."

"Tanrı'yı arayarak yaşadın mı, bir daha Tanrısız yaşayamaz olursun."

(...) her inancın özünü, yaşama, ölümün ortadan kaldıramayacağı bir anlam yüklemek oluşturur.

(...) din bilimin kendisi gerçekte var etmesi gereken şeyi yok etmekteydi.

Her türden farklı inanca mensup en seçkin din adamları bana hakikate kendilerinin sahip olduğuna, diğerlerinin yanılgı içinde olduklarına ve onlar için tek yapabilecekleri şeyin dua etmek olduğuna inandıklarının dışında başka bir şey anlatmadılar. 

Hakikat niçin Lüteriyencilikte ya da Katoliklikte değil de Ortadokdlukta olsun?

Kendisine Hıristiyan diyen bütün o insanların yaptıkları her şeye dikkat kesildim ve dehşete kapıldım.

"Bak ve aklında tut!"