Jul 28, 2011

"wanting to be someone else is a waste of the person you are."

şu an cidden çığlık atasım var. anlatmadıklarımın hepsini bağırmak istiyorum. sürekli düşünüyorum düşünüyorum düşünüyorum. ama iş birine anlatmaya veya yazmaya gelince cümle bile kuramıyorum. ayrıca ortaya elle tutulur bir sonuçta çıkaramıyorum.
insanların bu kadar kıskanç, yapmacık, düzenbaz oluşlarını cidden kaldıramıyorum artık. beyinlerini neden reddettiklerini anlayamıyorum. neden başka birinin boyunduruğu altında yaşayıp, kötünün iyisine tamah etmesi gerektiğini anlayamıyorum! neden kendilerinden başka herkes olmak gibi istediklerini anlayamıyorum.
peki durum böyleyken kime güvenebilir, neye inanabiliriz?

Jul 27, 2011

Her şey ayrı yazılır, hiçbir şey birleşik. Herneyse de imlâya göre ayrık, kafama göre bitişik.

Önümüzdeki 5 saat içinde bir adet doğum günü planı yapmalı, şu sersemlikten kurtulup hazırlanmalı ve üniversite tercihleri konusuna azıcık daha kafa yormalıyım. Sonra dershaneye gidip tercih konusunu tarihe gömmeli ve pasta alıp sürpriz girişimlerinde bulunmalıyım. Ama bütüüüüüün bunları yapmak yerine kaçıp gitme isteği var içimde. Gerçi bu kaçıp gitme -Gülse Birsel'ce tabir edecek olursam; kaçıp gidiverme- isteği bende uzuuun zamandır var. Hatta genlerime kodlanmış bile olabilir. "Bu kızda çok kaçıp gidiverecek tipi var, kodlayalım biz bunu."

Bu arada, bu post'u yazarken ELEKTRİK GİTTİ. Tanrım! Nefret ediyorum bundan ve bu aralar çok sık oluyor. Bir de uyku düzeni yoksunluğundan gözlerimin şişmesinden nefret ediyorum -ki yaradılışım gereğince bünyemde %0 düzen barındırdığımdan gözlerim şiş olarak dünyaya gelmiş bile olabilirim. Gidip çocukluk fotoğraflarıma bakmam gerekecek. 

Bir de ben çok fazla "tür"cü değilimdir. Hani bir kitap, film veya grup benim hoşuma gidiyorsa tamamdır, türü/kategorisi tırı vırısı beni alâkadar etmez. (Ukalalık etmek istemem ama bu konularda zevkime de güvenirim.) Neyse işte. Sonuç olarak, insanları da sıfatlarıyla etiketlemem. Amma ve lâkin, şu tipteki insanların direk çekim alanına giriyorum:
1- Göz çevresi hafif kahverengi olan insanlar. (Hele bir de bunların yanakları çökük ve burunları normalden hafif büyük olursa var ya, of of diyorum.)
2- Gülünce yanakları kırışan zayıf yüzlü insanlar.
3- Çeneleri çıkık insanlar.
4- Anoreksik tipli olmasa da uzun ve ince yapılı insanlar. (Tabii, kızlar için düşünürsek bu seçenek faal değil.)
5- Kepçekulak, dişteli, çil unsurlarından herhangi birine sahip şanslı insanlar. (Evet, bingo! Ben de bunlardan hiçbiri NE YAZIK Kİ YOK.)

-buraya da yeni ve eğlenceli bir şeyler koymak istedim ama gördüm ki koyacak yeni bir şeylerim yok. madem öyle ben de eski olsun Zachary olsun dedim. ayrıca bu çocuğun beyaz kısa kollu t-shirt'ü çok iyi taşıyabilme gibi bir özelliği var. ha, ne işe yarar bu özellik onu bilemiyyyciğim. bir de kolları çok güzel. bir de... neyse, sustum.-

Bir deeeee, telefonuma şunu kaydetmişim geçmiş zamanda:
Saçı sağa yatması gerekirken sola yatan biriyim ben. Benim olduğum yerde düzenden söz edilemez.
Haklıyım bence.

En sağlıklıyım diyemem tabii.

Sabahın köründe Doritos'la kahvaltı ediyor oluşumun hiçbir mantıklı açıklaması yok, evet. Sabahın köründe -hem de kahvaltı ederken- 300 spartalı izliyor oluşum da pek mantıklı görünmüyor, farkındayım. Doritos'la pek iyi gitmedi ama arada çaktırmadan bir ülker çikolatalı gofreti de yürüttüm ve şu anda da az ötemdeki meyve tabağıyla bakışmaktayım. Evet. An itibariyle mantık dışı bütün unsurları bünyemde barındırıyorum. Böyle devam edersem ya kusacağım ya da obez olacağım, o da ayrı bir mesele. Neyse ki obez olmak için daha çok yolum var. Yani bu mantıkla gitmezsem vardır herhalde.
Her neyse.
Şimdi siz bana diyeceksiniz ki "Bu film çıkalı kaç yıl oldu yeni mi aklına geldi?" veya "Gece gece rüyanda mı gördün ne alaka sabahın köründe izliyorsun?". Hayır efendim hiçbiri değil. Şimdi şöyle ki, ben konusunu -hatta direk tüm hikayesini- bilmediğim filmleri pek izleyemiyorum. Gece konuşurken bir arkadaşım da filmi anlatınca, izleyeyim bari aradan çıksın dedim. Budur yani. Ayrıca müthişte bir soundtrack'i var bu filmin -aşağıdan dinleyebileceğiniz üzre-.
THIS IS SPARTA!

Jul 25, 2011

Jul 23, 2011

Bu 27'de bi' bokluk var ama anlamadım gitti.
Hayatımda ilk defa bi' animenin açılışını sonuna kadar izledim. Sırf bu şarkı için.

Jul 22, 2011

Rüyamda,

Gülse Birsel, teyzemdi ve iyi tarafı temsil ediyordu. Bunun yanında bir de halam vardı ki o; kıskanç, fettan, her şeyde kendini ön plana çıkarmaya çalışan siyah saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü bir tipti. Ve bu ikisi de gazeteciydi. Sonra ben teyzemi yapacağı röportaj konusunda uyarıyordum. Çünkü halamın hain planları vardı. Teyzem de Beirut grubuyla röportaj yapmaya karar veriyordu. -Ne alakaysa- grup üyeleri İstanbul'a gemiyle geliyorlardı ve onları karşılıyorduk. Ama ve lâkin, Zach aralarında yoktu. Tam o anda Zach ve halam arabayla yanımızdan geçiyordu. İşin kötü yanı, halamın gelinlik Zach'in damatlık giymiş olmalarıydı. Biz evlendiklerinin şokunu henüz atlatabilmişken, ben halamlara gidiyordum. Sonra Zach'e her şeyi anlatıyordum. Halamın gerçek yüzünü o da çok geçmeden görüyordu zaten. Sonra böyle duygusal bir anda, Zach'e ona nasıl hayran olduğumu anlatıyordum. O da bana bakıp gülümsüyordu. O anda Zach dedeme dönüşüyordu. Ben de "Benim için fazla yaşlısın." deyip çekip gidiyordum.

Jul 21, 2011

Tip insanlar topluluğu!

Bugünlerde cidden sınanıyorum galiba. Zira nerede "tip" insan varsa hoop yanımda bitiyor! 

Mesela geçen gün annemlerle alışverişe çıkmıştık. Daha doğrusu, annem ve arkadaşı her mağazaya girip almayacakları şeyler için bile saatlerini harcarlarken, biz de alışveriş merkezinde dolanıyorduk annemin arkadaşının kızıyla -ki kendisi şu yazıdaki pinpirikli insan olur-. Dışarı çıksak sıcak, içeride kalsak mağazalardan başka bir şey yok. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken karşımıza sinema olayına farklı bir boyut kazandıran o şey çıkıyor: 7D sinema. Bizden başka bir iki kişi daha var etrafta ama görevli hatun bizi gözüne kestirip filmleri tanıtmaya başlıyor: "Bakın şunda kurukafa var mesela sizi kovalıyor film boyunca, bunda rayda gidiyorsun. Şunda uzaylı var çooook ilginç!" Kızın söylediği çoook ilginç(!) uzaylıya bakıyoruz, kıytırık bir animasyon. Kıza bakıyoruz, çoook ilginç bir şey görmüş surat ifadesi! Tabii durum böyleyken bizi kandırması zor olmuyor. Çünkü sonuçta o, filmi daha önceden izlemiş bilgin kişi ve biz, 7D'yle uzaktan yakından alakası olmayan kara cahilleriz an itibariyle. "Belki sadece afişte böyledir." diye düşünüyoruz ve filme girmeye karar veriyoruz. Film dediğimiz de 6,7 dakikalık bir animasyon. Kasaya gidiyor ve bir bakıyoruz ki karşımızda koca bir ekran var! Ve içeridekiler ne yapıyor ne ediyor her şeyi ayrıntılı bir şekilde görünüyor bu ekrandan. Bir an girmekten cayar gibi oluyoruz ve kıza ekranı kapatıp kapatamayacağını soruyoruz. Çünkü yanımdaki şahsiyet "Ay ben korkarııım! Çığlık atarsam sesim dışarıdan çok duyulur muu?" kafasını yaşamakta ve elbiselerimiz de esen en ufak "rüzgar"la açılabilecek kıvamda. Her neyse, kız bize ekranı 4te 1 oranında küçültebileceğini ve böylelikle pek görülmeyeceğimizi söylüyor. Biz de inanıyoruz ve giriyoruz filme. Bir oraya bir buraya sarsılan ve ani bir hareketlerinde geçirebileceğim omurga zedelenmesini (ve hatta felci) hiç mi hiç düşünmeyen koltuklar, ara ara yağıp kollarımızda yapışkan bir his bırakan sözümona "yağmur"lar, bacaklarımıza değen fiziksel olarak kablo filimsel olarak yaratık olan garip şeyler, hiçbir surata yakışmayacağını düşündüğüm kıytırık 7D gözlükleri ve son olarak eteğimizin açılıp açılmayacağını umursamadan esen rüzgar! 7D sinemanın bütün esprisi bu. Ha bir de boktan bir animasyon film var tabii ortada. Neyse biz bittiğine dua ederek çıkıyoruz salondan. Çıkar çıkmaz da bize garip garip bakan 3 tane "tip" herifle burun buruna geliyoruz. Başta anlam veremiyoruz bakışlarına ama ikimizin de aklında bir "ulan yoksa...?" belirmiş o an. Sinemadan biraz uzaklaştıktan sonra yanımdaki pinpirikli insan konuşmaya başlıyor: "Yaa dönüp kıza sorsak mı, küçültmüş mü ekranı diye? Çünkü benim eteğim bayağı açıldı, tutamadım." tarzı bir şeyler söylüyor. Sonrası malum, dönüp soruyoruz. Kız ne dese beğenirsiniz?! "Aa ben onu küçültecektim değil mi? Tüh, unuttum!" (pis pis sırıtıyor ve yanımdakine dönüp konuşmaya devam ediyor) "Valla şuraya kadar falan açıldı eteğin. Aslındaaa, geçen gün basın buradaydı. Keşke o gün gelseydiniz. İyi reklam olurdu, güzel müşteri çekerdik sayenizde." (sırıtmaya devam ediyor) Gel de boğma şimdi! O an nasıl o kadar sakin kalabildim bilmiyorum zaten. Olayın şokundan olsa gerek.

Neyse. Sinemadan sonra yine yapacak bir şeyimiz kalmamıştı haliyle. Ta ki ben ileride vakt-i zamanında 6,7 oyuncak yakaladığım o makineyi görene kadar! Hemen içinden kendime kaplumbağa şeklinde güzel bir oyuncak beğeniyorum. Tam parayı atıyoruz, oyun havasına falan girmişiz... Ama yok, makine çalışmıyor! Danışmaya gidip anlatıyoruz durumu. Adam ilgilenmiş gibi görünüyor ama aslında pek oralı da olmuyor. Sonra yerinden kalkıp makinenin yanına gidiyor ve bizi dumur eden o soruyu soruyor: "Tekmelediniz mi?" WTF?! Neyi, neden tekmeleyecektik ki? "Belki para takılmıştır, tekmeleyince çalışır." diyor ve bu kez kendi tekmeliyor makineyi. WTF2?! Sonra da cebinden telefonunu çıkartıp "yetkili" kişiyi arıyor. WTF3?! Ben canım kaplumbağamla bakışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum ama yanımdaki sıkılmaya başlıyor ve adamın yetkili kişiyle görüşmesi de uzadıkça uzuyor... Biz tam sıvışmaya karar vermişken adam dönüyor ve "Şu an bir şey yapamayacaklarını söylüyorlar ama isterseniz siz numaranızı bırakın, biz sizi ararız." diyor. WTF4?! Biz de "Yok ya 1TL için gerek yok sağ olun." diyor ve olay yerinden uzaklaşıyoruz. Ama daha birkaç adım gitmişken arkamızdan adamın çığlıkları yükseliyor: "Kızlaaaaaar! Koşun koşun. Çalıştı. Koşuuuun! Hadi bak süresi bitiyor! Kızlar koşun dedim hadi!" WTF5?! 
El mecbur dönüyoruz geri.
Birinci deneme: Karavana!
Ben tam kaplumbağayı kazanamadım diye üzülürken makine tekrar çalışmaya başlıyor! Biz daha "Ee süresi bitti bunun, neden devam ediyor ki?" diye düşünürken, makine hoop üçüncü turuna geçiyor. Ve adam müthiş yorumunu patlatıyor: "Sizden önce para atan ve makineyi çalıştıramayan başkaları da oldu herhalde." WTF6?! Her neyse deyip oyuna dönüyoruz. Ama her denememiz başarısızlıkla sonuçlanınca adam son kozunu oynuyor. "Şu yeşil oyuncağı mı istiyorsun? Ver ben yakalarım sana onu şimdi." WTF7?! Sonra da hâlâ inatla çalışan makineyi adama devredip gidiyoruz.

Aslında düşündüm de, benim karşılaştığım bu tipitiplerle yazı dizisi bile oluşturulur ama şimdilik bu kadar yeter, çok uzun oldu.
Esen kalın. -öeğğğyy, ne kadar klişesin Neşee!-

Bir de bugün sonuçlar açıklanacakmış. Bir tarafım sonunda diyor, diğer tarafım açıklanmasın... Ben mi? Ben bir şey demiyorum caaanım, zaten bana ne ki yani?

Jul 20, 2011

Bazen beklenmedik anlarda beklenmedik şeyler olur. Sonra bok gibi hissedersin. Aynen öyle işte.
Bir de; n'olur yaz bitsin artık!

Jul 19, 2011

Küfretme mekanizmam defolu çıktı, iadesini talep ediyorum.

Ben küfredemiyorum. Niye bilmiyorum ama ölümüne küfretmem gerektiği yerde bile ilahi bir güç tarafından engelleniyorum resmen. Mesela şu an şöyle okkalı bir küfür çakabilsem çok güzel olurdu. Ama gel gör ki yapamıyorum. Niye küfredemiyorum olm ben?!
Ayrıca şu aralar iki tane hayatım var gibi. Ya çok iyi mutlu insan taklidi yapabiliyorum -buna kendimi inandıracak kadar iyi- ya da çift kişilikliyim. Başka açıklaması yok. Ya da düz mantık, delirdim. (sonuncusu mantıklıymış aslında Neşe) Neyse, daha fazla saçmalamadan susuyorum.
Küfredebilseydim iyiydi.
Fazla tesadüfi, gitmemiz gerek.

Jul 17, 2011

evet, her şey bu kadar boktan olmak zorunda.

Bu şehir, bu ev. Manevi olarak en ufak bir bağımın bulunmadığı ailem(?). Her şey bende kaçıp gitme isteği uyandırıyor.

Odam ahşap kokuyor.

Hayatımı tek kelimeyle özetlemem gerekseydi bu kelime kesinlikle düzensizlik olurdu. Düzenli olduğum tek bir konu yok ve dahası düzen fena halde canımı sıkıyor. Kurallar, planlar ve zorunluluklar da. Her zaman, o an ne istiyorsam onu yapabilme özgürlüğüm olmalı. (Tabii, tutup da Eiffel Kulesi'ne sahip olmak isterseniz babayı alırsınız. Zaten ben de öyle bir şeyden bahsetmiyorum.) İşte tam da bu yüzden gelecekte -en basitinden- iş konusunda bile ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Akışına bırakıyorum. Ama bu tarz düşünceler kafamın içinde tekrarlanacak bir yer buluyorlar sürekli. Ben bütün ipleri keyfimin ellerine vermişken gayet mutluyum oysa ki. Her neyse gidip Full Metal Alchemist izleyeyim ben.

Jul 16, 2011

İşte ben bunu anlayamayacak olan insanım.


İnternetimin ağzına sıçılmış durumda.

Jul 15, 2011

Bi' ara böyle saçma şeyler düşünmüşüm işte.

Size, Yeni Microsoft Word sayfamdan yazıyorum. Çünkü halihazırda bir internetim yok –hâlâ. Herneyse. Biraz önce eski albümleri karıştırdım ve bunu yapmak, sadece eski zamanlara duyduğum özlemi kamçıladı. “Ben cidden yanlış zamanda doğmuşum.” dedim yine. 90’ları bile kıl payı yakalamışım –ki zaten o dönemden çok şey hatırladığım da söylenemez. Şu an hâlâ yaşayan nesilden önce yaşamış herhangi biri olabilirdim oysa ki. İlginç ama eski dönemlerde yaşamış olup ne kadar şanslı olduğunu farkedemeyen çok insan olmuştur eminim. Hatta neredeyse tamamı! Gerçi şu an ben de tam olarak bunu yapıyor olabilirim ya neyse. Eski zamanlar diyorum ya, şimdi çıkacak biri diyecek ki “Hadi len oğlum sallama! Taş Devri’nde yaşamanın nesine özenebilirsin ki?” Biliyorum, doğulacak en güzel çağ değil. Ama ben bilmediğim için belki de, özlem(?) duyuyorum. (Bu, meraktan farklı bir his.) İyice boka sardı yazı. Mayıştım zaten ben de. Ama bak düşün mesela; ateşin bile olmadığı bir çağdasın. Gündüzleri daha kolay geçerdi herhalde geceye kıyasla. Kocam ava çıkardı ve ben de onu beklerdim bütün gün mağarada. Hatta olası dinazor saldırılarından korkarak belki de. Bence sıkılırdım. Hem de çok. Bu yüzden mağara duvarlarına resimler yapardım. Kocamı çizerdim. Ağaç çizerdim. Dinazor çizerdim. Bütün olayım bu yani. Kendimi bile çizemiyorum düşün, görmedim ki hiç. O dönemde başka ne çizebilirdim ki zaten? Ne görüyorum da ne çizeyim? Daha konuşmayı bile bilmiyorum belki de, ultra süper harika şeyler de yaratamayacağım ortada. Sonra akşam olur kocam gelirdi. Elinde de günün hasılatı bir iki küçük hayvan olurdu, yerdik onları. Çiğ çiğ, öğk-. - kocam, resimlere bakardı. “Ben bu kadar çirkin miyim? Niye böyle çizdin?” diye kızardı konuşmayı söktüysek eğer. Sökmediysekte bakardı işte sadece. Aslında o dönemde ev hanımı olmak çok kebap işmiş. Düşünsene, mağarada yaşıyorsun, eşya yok bir şey yok. Belki birkaç hayvan postu, bir iki kaya falan. Etrafı toparlama, temizlik yapma gibi dertler de yok anlayacağın. Yemeği de kocan getiriyor zaten. E, ateşte bulunmamış daha. Evet! Kendime uygun mesleği -birkaç yüzyıl rötarlı olarak da olsa- buldum galiba. Rönesansta da yaşayabilirmişim. İtalya’da. (Aslında ilk başta Fransa olarak düşünmüştüm ama şimdi İtalya daha mantıklı geliyor.) Kocam bilim adamı olurdu. Bilim dediğin o zamanlar yeni doğmuş bebek zaten. Mendel’in bezelyelerinden falan ibaret. Önüne gelen bir şey icat edebilir yani. İşte sonra bilim adamı kocam bana kabarık kıyafetler ve parfümler falan alırdı. Böyle başın altından kalın kurdelayla bağlanan geniş ve süslü şapkalarım olurdu. Ve tabi, eldivenler! Dantel olsun hepsi. Severim danteli. Ya da boşver rönesansı, Orta Çağ’da cadı diye yakılan kadın olayım ben en iyisi.
Gece gece niye böyle sevimsiz roller seçtim kendime bilmiyorum ama şu an içimden gelen bu. Yazık ki bu dediklerimin hiçbiri olmayacak. Ve ben yarın okula gideceğim. Adımımı bile atmak istemediğim o yerde bir günümün daha katili olacağım.
Ben okula gideceğim.
Hayat akıp gidecek.
Bugün de eskiyecek falan, öyle yani.

21 Şubat 2011, pazartesi sabahı 03:40.

Jul 13, 2011

Kurt Cobain olmak veya (aşağıda görüldüğü üzre) olamamak.

İlk defa bir resmimi bu kadar çok bitirdim (bkz. çizim etiketli eski yazılarım). Fonu mahvetmemiş olsam daha iyi olurdu ama Ösym'nin verdiği kalemle bu kadar yapabiliyorum maalesef. Ve ayrıca kirli sakal da yapmadım çünkü itiraf edeyim, iyice bok etmekten korktum. Niye Ösym'nin dandik kalemiyle yaptığım sorusuna gelecek olursak da şöyle cevaplayabilirim; başka kurşun kalemim yoktu, resim kalemim hiç yoktu. Ayrıca da elimde bahsettiğim kalemlerden 10 adet olduğu için "çöpe gitmesin yav kullan işte bunları " mantığım da devreye girmiş olabilir.
Resmin aslı da bu, bu arada.

bi' türlü istediğim gibi olamayan resmin şerefine kadeh kaldıralım ve bunu dinleyelim hadi.

Jul 11, 2011

Last Days

Bu filmi izlemek istiyorum ama her nedense
hiçbir yerde bulamıyorum.Aradığın şeyi asla
bulamazsın zaten.

Bir gecede görülebilen rüya sayısının üst sınırı var mıdır? Varsa nedir?

Bence bilimadamları oturup rüyaların 7,8 saniye sürdüğü konusunu tekrar araştırmalı. Çünkü ya tezlerinde var bir anormallik ya da bende. Dün gece resmen 2 film uzunluğunda 5,6 tane rüya gördüm. Sonuncusunda bir otelin denize karşı bir odasının balkonunda bir sandalyeye oturmuş, bacaklarımı da balkonun demirine uzatmıştım. Akşam güneş batarken ve rüzgar sıcak sıcak esmeye devam ederken yanıma çok tatlı, sarışın, renkli gözlü bir kız çocuğu geliyordu -ki tahminen yedi sekiz yaşlarındaydı.
"Ne kadar güzel bi' şeysin sen öyle!" diyordum.
O da bana suratını buruşturarak "Sen de fena sayılmazsın." diye cevap veriyordu.

Jul 9, 2011

hey you, dont tell me theres no hope at all. together we stand, divided we fall.

Sabahın köründe -benim için ciddi anlamda sabahın köründe- durduk yerde aklıma geliveren şarkı:
Pink Floyd-Hey You
Canınız isterse dinlersiniz.
"the wall was too high as you can see. no matter how he tried, he could not break free. and the worms ate into his brain.
hey you, standing in the road always doing what youre told
can you help me? "

Jul 8, 2011

Sizi bilmem ama ben kendi sorunumu saptadım.

Her zaman o an ne istiyorsam onu yapıyorum. Sadece bu. Şöyle ki; kendime upuzuuun bir film listesi hazırlamıştım. Ama şimdi aklım başka -ve o listede olmayan- bir filmde. Ayrıca günlüğümde bir deneme yapıp kendime bir sonraki gün için yapılacaklar listesi hazırlamıştım 5 maddelik. Sonuç hüsran tabii. Sadece bir maddesini yapabildim. Durum böyle olmuşken ve ben kendimi dinlemekten bile acizken, insanlar onların dediklerini dinlememi ve hatta daha da ileriye gidip onların dediklerini yapmamı nasıl bekleyebiliyorlardı ki?
Evet, -her ne kadar verdiğim örnekler durumu açıklamaya yetmese de daha geniş düşünürsek- sorun şu ki sürekli kafamın dikine gidiyorum.
Açısı ne kadar büyük olursa olsun -ve acısı ne kadar büyük olacaksa olsun-.
bu şarkı da dursun burada.

Bir adet süper mim.

Abartmak gibi olmasın ama bence şu mim olayı çıktığından beri gelen en eli yüzü düzgün mimi yapacağım birazdan. Bunun için Sam'e çokça teşekkürler.


"Konu: Başucu kitaplarınız. En fazla beş tane olmak şartıyla, sizi anlatan, tekrar tekrar okuduğunuz, alıntılarını her yere yazdığınız, etkisinden hayatınız boyunca kurtulamayacağınızı düşündüğünüz beş kitabı listeleyin. Serileri tek kitap halinde yazabilirsiniz. Ne zaman okuduğunuzu, ilk okuduğunuzda neler hissettiğinizi, neden bu kadar etkilendiğinizi de uzun uzun anlatabilirseniz hoş olur tabii. Hani bu sayede hepimiz yeni kitaplar keşfederiz mesela. Mükemmel olur."

1) Kumral Ada~Mavi Tuna-Buket Uzuner:
En başından beri kendimi Ada'yla özdeşleştirdiğim bu kitap, okuduğum ilk ve son Buket Uzuner romanı. Tabii, ben Ada kadar şanslı doğmadım. Ne annem ve babam film yıldızıydı ne de köşklerde dadılarla büyüdüm ama ailenin -hatta neredeyse sülalenin- tek çocuğu olduğum için ben de onun kadar olmasa da el üstünde tutularak büyüdüm diyebilirim. Belki bu yüzdendir bilmiyorum, karakter özelliklerimiz de az çok benziyor. Hatta belki tek farkımız benim Aras'tan onun kadar etkilenmeyişim -hatta hiç etkilenmeyişim-. Bir de bu kitabı okurken insanın çıkıp Mabel sakızlarından arayası, Baylan'da kup griye yiyesi falan geliyor. (Düşünün, ben Baylan'a hiç gitmedim ama bilmediğim halde gidesim geldi okurken.) Karakterler o kadar gerçekçi ki. Hele Tuna... Yok böyle bir erkek dedirtecek cinsten.


2) Siyah Kan-Jean Christophe Grangé:
Bence bu kitaptan iyisini Grangé bile yazamaz -ki yazamadı da. Hele son kitabı Ölü Ruhlar Ormanı'yla keşke yazmasaymış dedirtti, sırf yarım kalmasın diye okudum bitirdim kitabı. Yine de Siyah Kan sayesinde hâlâ polisiye/gerilim romanları arasında baş tacımdır kendisi. Kitapta öyle bir katil profili çizmiş ki, gerçekte olsa hayran olunası biri. Yani en azından ben hayranı olabilecek kadar çok etkilenmiştim Reverdi'den. Son derece psikopat olsa bile. N'apalım canım, herkesin bir kusuru vardır sonuçta! Bir de işkence ve şiddet sahneleri çok iyi anlatılmış. Bu Grangé'da da var bir psikopatlık ya hadi hayırlısı. Yine de hemen her Grangé romanında olduğu gibi, sonu yine olmamış yine olmamış. (Hayallerimin katilini öldürdü adam, benden bu sonu beğenmemi bekleyemezsiniz!)


3) Gençlik Yılları-Tolstoy:
İlk okuduğum Tolstoy romanı. Ve bence bu yüzden bu kadar çok seviyorum. Bir de büyük ölçüde kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bir kitap olduğu için sanırım... Benim düşündüklerimi adam yıllar öncesinden düşünmüş ve yazmıştı resmen. Düşüncelerinden bahsettiği kısımlarda her cümlesinin sonunda "oha! bunu ben de düşünmüştüm.", "yuh! bence de böyle!!!" gibi tepkiler veriyordum. Hatta -ne işe yarayacaksa artık- kalkıp aradaki yaş farkını bile hesaplamıştım ve maalesef arada 168 yaş vardı. (Eğer iki asır yaşıyor olsaydık kesin evlenirdik ama:p) Tabii, her kitapta bir şeye takan ben, bu kitapta da Tolstoy'un arkadaşına "Nikolay'ım" demesine takmıştım. Bir erkek başka bir erkeğin adının sonuna neden iyelik eki eklerdi? Hem de BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS EKİ?! O dönemde Ruslar böyle miydi? Yoksa bu adam gay miydi? 


4) Bir Varmış Bir Yokmuş-Ayşe Kulin:
Tatilde sıkılmayayım diye araştırmadan, rastgele aldığım bu kitabın bir yüzünde gerçek olaylar, diğer yüzündeyse kurgu hikayeler var. Anlatılanların hepsi güzel ama beni bu kitapta etkileyen şey Ayşe Kulin'in Annabella adlı bir kadının yaşan öyküsünden bahsettiği yazısı. Annabella büyük başarılar kazanamamıştı belki ama hayatı boyunca yapmak istediği her şeyi yapmıştı. Ve yaşayış biçimiyle tam olarak benim olmak istediğim kadın modeliydi.
"Palavrayı bırak da içeri gir," dedi falcı, "sıçana dönmüşsün. Kurut kendini. Italyan'a benzemiyorsun. Macar çingenesi olmayasın." "Tam üstüne bastın," dedi Barones Annabella, "Macar olan dedem, çingene olan da ruhumdur."


5) Olasılıksız-Adam Fawer:
Aslında bu maddeye Gülse Birsel'in kitaplarından birini koymayı düşünmüştüm ama konuyu tekrar okuyunca Olasılıksız daha uygun göründü gözüme. Yine bir tatilde rastgele almıştım bu kitabı da. İlk 100 veya 200 sayfası korkunç derecede sıkıcıydı. Ben de o yüzden kitabı resmen yanımda sürüklüyordum, okuduğum falan yoktu yani. Sonra o dönemlerdeki erkek arkadaşım da Olasılıksız'ı okuyormuş tesadüfen -zaten bir ara herkesin elindeydi-, onunla konuşurken "ayy çok sıkıcı be hiç ilerlemiyor" demiştim o da "manyak mısın kızım harika kitap" diye başlayıp bayağı bir övünce, nedir yani şimdi bunun olayı? diye merak edip başına oturmuştum kitabın ve kitap o gece bitti. Tabii ben de bittim, çünkü kitabı bitirdiğimde sabah olmuştu. Son satırları okuduktan sonra ise daha kitabın kapağını bile kapayamadan ağzım açık, boş gözlerle karşıya baktım bir süre. Ama Adam Fawer'ın ikinci kitabından ilki kadar etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Empati'den geriye sadece Caine'in sonlara doğru kısa da olsa tekrar ortaya çıkışı, hoş bir ayrıntı olarak aklımda kaldı o kadar. Ha, Olasılıksız "vaav oha", Empati "tü kaka" mıydı derseniz, hayır derim. Ama kıyaslayacak olursak birinci belli.
-
Ayrıca mimle alakasız ama son bir şey eklemek istiyorum ki o da şu; 127 Hours adlı, 2010 yapımı, Danny Boyle filmini izlemediyseniz bir an önce izleyin derim. İzleyin ve -neredeyse- tek oyuncuyla film nasıl oluyormuş görün. (Gerçi James Franco'dan başka bir oyuncu oynasaymış aynı etkiyi yaratır mıydı tam kestiremiyorum ama olsun.) Bu arada film gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanmış. Genç bir dağcının kanyonda sıkışıp kalması ve ardından yalnız başına geçirdiği 127 saati anlatıyor. Şimdi böyle anlatınca aceleye geldi, etkileyici olmadı maalesef ama cidden güzel film yahu!

Jul 7, 2011

Başlık özürlü biri olarak yine yazacak bir şey bulamadım ben buraya.

Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir ay kadar zamandan sonra "sonunda" internet alemine dönebildim. Ve gelir gelmez mimleri aradan çıkartayım diyorum.
İlk mim Mr.E'den ve konusu da şu: 90'lardan hatırladığınız çok sevdiğiniz, çok güldüğünüz, bu kadarı da olmaz artık dediğiniz en önemlisi enteresan bulduğunuz bir kaç şarkıyı ya da bir şarkıyı bizimle paylaşır mısınız?
Şimdi itiraf etmek gerekirse, ortada şöyle bir durum var; ben 90'ları başından yakalayan şanslı insanlardanım evet ama nasıl yaşadım o dönemi, ben de bilmiyorum çünkü çok küçüktüm. O yüzden biraz yardımcı olması açısından Youtube'a başvurdum. -Aklın yolu bir.- Ama sonra bir baktım ki benim en sevdiğim Teoman şarkılarından biri de o döneme aitmiş. O zaman bu mimde yer alması gereken şarkı da kesinlikle bu diyorum ve paylaşıyorum.


Diğer mim de Göz Açık Rüya'dan. Konusu da buymuş; Evinizde yangın çıksa ve tek bir eşya kurtarmak zorunda kalsanız neyi kurtarırdınız?
Bu mimi okuyunca benim kafamda direk "Evim yandı, peki bundan sonra ne olacak?" sorusu belirdi. Her şeyim yanmış, nasıl yaşayacağım ben? Sokaklarda mı yatacağım? Ya kıyafet, ya makyaj? Karnım da acıktı zaten. Durum böyle olunca, "mücevher kutumu kurtarmak isterdim" diyesim geliyor ama halihazırda öyle bir kutum da yok. Tamam, "mücevher kutusuvari" bir şeyim var ama içindekileri satsam 500lira anca eder. Onunla da kendime yeni bir hayat kurmam takdir edersiniz ki pek mümkün değil. Bu yüzden maddiyatı bir kenara bırakıyorum ve benim için en kıymetli şeyi düşünmeye odaklıyorum kendimi. Ama o da ne? Benim için kıymetli bir çok şey var! Bilgisayarım, günlüklerim, telefonum, kıyafetlerim, eski fotoğrafların, geleceğe yazdığım mektupların ve arkadaşlarımdan gelen küçük hediye bibloların bulunduğu anı kutum vs vs... Kısacası; umarım evim yanmaz.


Bir de; tabi ki ikinize de bolca teşekkür ederim.